Seyhan Barajının yapımıyla ilgili olarak Adana’ya giden İstanbul’da doğmuş büyümüş iki genç mühendis, birlikte bir ev tutarlar ve ara sıra kendi yemeklerini evde pişirmeye karar verirler. Biri evde mutfakta hazırlık yaparken öbürü de fırına gider, ekmek almak sırası gelince fırıncıya “Bir ekmek verir misiniz, lütfen,” der. Bu ekmek isteyiş tarzına alışık olmayan Adanalı fırıncı merakla, “paran yok mu?” diye sorar.
Hiç beklemediği bu soru karşısında hayrete düşen genç, şaşkınlıkla, “Vaaaar,” der.
Fırıncı, biraz bozulmuş bir tavır içinde, “Öyleyse ne yalvarıyon; paranla değil mi!” diyerek gence ekmeğini verir ve arkasından tuhaf tuhaf bakar.
Tanıdığım, orta yaşlarda üst düzey yöneticiliği yapan Adanalı biri anlattı. Kendisi bir kişisel gelişim seminerine katılmış ve çok etkilenmiş. İnsan ilişkileri konusunda daha bilinçli ve daha sevecen olması gerektiğine inanarak bu seminerden ayrılmış ve o günden sonra işyerinde ve evde daha dikkatli ve güler yüzlü olmaya özen göstermiş. Eğitimden sonraki dönemde eşine ara sıra çiçek götürmüş; işyerindeki kişilere daha hoş ve özenle konuşmaya dikkat etmiş, özellikle çocuklarına çok anlayışlı davranmaya başlamış.
Bir gün kızı kendisinden on lira ister, daha önce pazarlık yapan baba, kızım on lira yeter mi, istersen sana yirmi lira vereyim, der. Kız yeter baba, on lira yeter, der. Baba yirmi lira vermekte ısrar eder, üstelik bir de onu kucaklar ve onu ne kadar sevdiğini söyler.
Daha sonra oturma odasına geçer ve gazetesini okumaya başlar. Mutfaktan bir kahkaha tufanı patlar. Kendisi gibi Adana yöresinden olan karısı, gülmekten katılarak odaya gelir, “kızmayacağına söz verirsen, sana bir şey söyleyeceğim,” der. Kadın gülme krizine yakalanmıştır, zor konuşur.
Tamam, kızmayacağım, sözünü verir; gülmelerinin nedenini çok merak etmiştir.
Gülmesini kontrol etmeye çalışan kadın, parayı babasından alan kızının meraklanarak, kaygılanarak kendisine geldiğini, “Anne, babama ne oldu, böyle? Kötü bir şey olmuyor değil mi?” diye sorduğunu anlatır. Yok kızım, babana kötü ne olacak, dediğinde, “Eşcinsel filan olmuyor, değil mi?” dediğini anlatır. Ve bunları anlatırken gülme nöbetlerine girer.
“Hocam, o andan sonra, bu işin böyle yürümeyeceğini anladım, eski halime döndüm,” diye sözünü bitirdi.
***
Kibar olmak, güler yüzlü olmak, nazik olmak, özenli olmak, insan ilişkilerinde dikkatli olmak, karşıdakini hesaba almak ve empati göstermek bizim toplumda ‘erkeğimsi’ değil. Kültürümüz bu özellikleri ‘kadınımsı’ algılıyor; böylece bunlara sahip bir kadının iyi ve olgun bir kimse olduğunu düşünebiliyoruz, ama bu özelliklere sahip bir erkekten pek hoşlanmıyoruz, bu özelliklerin bir erkeğe yakışmadığını düşünüyoruz.
Bu noktada kültürümüzün geliştirdiği anlam verme sisteminin uzun zaman sonunda yaşamın içinde gelişmiş, biyolojik kökenli bir gerçeği ifade ediyor olduğu düşünülebilir. Girişimci, mücadeleci, yarışmacı, savaşçı rolü içinde ekmeğini kazanmaya çalışan, namusunu, onurunu korumaya azimli erkek haşin ve pragmatik olmak zorunda, ekmeği ve namusu için (yani genlerini devam ettirme olanaklarını korumak ve devam ettirmek için) kavga etmeye programlı denilebilir. Zayıf olursa, güçsüz görünürse ekmeğini ve kadınını kaptırma tehlikesi söz konusu olabilir. Böylece yüzyıllar içinde bu tavır erkek rolü olarak yerleşmiş durumda değerlendirmesi yapılabilir. Kadının zayıfı erkeğin koruması altında hayatta kalabilir, ama erkeğin zayıfını kim koruyacak? Onun yaşama hakkı pek tanınmamıştır. Bu değerlendirmeye göre başka bir erkeğin kanadı altında yaşamak, erkekçe bir tavır değil.
Böyle olunca da bir erkeğin böylesi ‘kadınımsı tavırları’nın diğer tüm erkekleri töhmet altında bırakacak bir durum yaratabileceği nedeni ile ‘gerçek erkekler,’ ‘kadınımsı erkeklerden’ kendini açık seçik ayırt etmeye çalışmakta ve uzak durmaktadır. ‘Gerçek erkek’, ‘kadınımsı erkeğe’ karşı koyduğu tavırla, gösterdiği hal ve hareketle kendisinin ‘gerçek erkek’ olduğunu kendisine ve çevredekilere kanıtlamaktadır.
Doğan Cüceloğlu (09.01.2011)