Aslı 50 sayfalık incecik bir roman. Kimsenin uzun şeylere tahammülü yok artık. Kitaplar, tiyatrolar, ilişkiler kısa, kısacık. Pandemi sonrası böyle oldu. Oyunu Dünya Tiyatrolar Günü’nde izledim. Sonunda başıma kötü şeyler de gelse sürprizleri severim. Oyuna gitmeden ne olduğuna bakmamıştım. Aaa, bizim NDS Edebiyat Ödülü jürisinde önümüze gelip, ödül vermediğimiz metin. Tek kişilik bir oyun olarak neredeyse iki saat mi izleyeceğiz? Oyunu soluksuz izledikten sonra pek yapmadığım bir şey yaptım, Onur Ünsal’ın dışarı çıkışını bekledim. Sıkılmış limon gibiydi yavrum, gözleri kaymış. Önce kibar kibar konuştum, sonra boynuna sarılıp kutladım! Oyuncu en ön sırayı görür derler, o da beni fark etmiş, göz teması da kuruyordu, “O kadar dikkatle izliyordunuz ki” dedi. Zaten fısıldayarak söylediğim halde iki yerde yanıt verdi, bir off çekmiştim, derinden. “Ben de çekiyorum” dedi, ikincisi de duygu yoğunluğundan, “Bitir artık” diye fısıldadım, “Bitiriyorum”, diye yanıtladı! Bayılacağım çünkü, kim bilir o da bayılacak belki, oynamıyor, yaşıyor çünkü.
Efendim, klasik baba oğul çatışması değil. Baba oğul sevgisi, ama gösterilemeyen cinsten. Baba da oğlunu seviyor, oğul da babasını. Ama o sevgiyi hiç yaşayamıyorlar ki. Bir kez, evet, sadece bir kez, arabada giderken çalan Celine Dion parçasına eşlik ettiklerinde. O sahneyi bir oynadı, bir baba oluyor, bir oğul. Onur Ünsal, artık gözüm hep üzerinde olacak, gerçek bir pırlanta. “Baba, işçisin sen işçi kal” vaziyeti. Çok çocuklu ailede oğlan farklı. Babalar oğulları taş gibi erkek olsun ister. Sonunda yazar olduğunda babayla yüzleşiyor bu kitapla. Babayı işçi olduğu için öldüren düzenle de. Babayı sakat bırakan üretimle, fabrikayla, ona sahip çıkmayan güvenlik sistemiyle de. Ama farklı cinsel kimliği yüzünden babası ve hatta annesinin dışladığı çocuk olayıyla kalıp da Fransız siyasetine girmeseydi yazar, sanki daha evrensel olurdu oyun. Ama sonuç olarak işçi sömürüsü de evrensel bir sorun.
Yönetmen Kemal Aydoğan’ın ve görsel tasarımda Fidel Kılıç’ın da hakkını teslim etmek isterim. Tek kişilik bir oyunda bütün yükü oyuncuya bırakmamışlar. Sahne hareketli, arka fondaki video çalışmada kitap sayfa sayfa yayımlanıyor, ayrıca görseller de var, değişen. Cansu Aslan’ın sahne düzeninde bir yanda yazarın çalışma ortamı, bir yanda babanın yaşamının sonunda bağlı kaldığı hastane odası. Oyuncu iki ortam arasında gidip gelebiliyor. Dengin Ceyhan’ın müziği de çok etkili. Sonunda oyunu birlikte izlediğim psikolog arkadaşım Cenk Erdem’le uzun bir analiz seansı da yaptık mı, onun çok aşina olduğu bir sorgulama olduğundan romanın yazarına, klişe dediği bir iki eleştirisi var ama benim hiç yok! Onur Ünsal’ı nerede görsem koşarak giderim artık, Kemal Aydoğan’a da. Keşke hep böyle kutlayan yazılar yazabilsem?
Duygusal derinliklerinle yüzleşmek için mükemmel bir zaman. İçsel sezgilerin seni yönlendirecek, gizli hislerini keşfetmende yardımcı olacak. Yaratıcı projelerine odaklanmak için ilham alabileceğin bir ortam yaratmalısın. Sosyal etkileşimlerde daha duyarlı olman, başkalarının hislerine karşı empati kurmana olanak tanıyacak. Geçmişten gelen anıların gün yüzüne çıkabileceği, bu anıları değerlendirip, onları geleceğe taşımak için fırsat sunacak. Kendini ifade etmekte zorlanıyorsan, yazmak iyi bir seçenek olabilir. Ayrıca, sevdiklerinle arandaki bağları güçlendirmek için samimi bir konuşma yapabilir, hislerini açıklığa kavuşturabilirsin. Özellikle, ruhsal ve bedensel sağlığına özen göstermek, dengeyi bulmanda önemli bir rol oynayacak. Karar verme aşamasında dikkatli olmalı, aceleci davranmamalısın. Doğa yürüyüşleri veya meditasyon gibi aktiviteler, zihnini sakinleştirip, yeni açılımlara kapı aralayacaktır. Kendine zaman ayırmayı es geçme; bu, iç huzurunu bulmanda etkili bir yol olacak. Pozitif enerjini paylaşırken, kendi sınırlarını da korumayı unutmamalısın.