İki yıl önce bugün, çok değerli bir aktörü, İbrahim Gündoğan‘ı kaybettik. Sanki kötü, kabul edilemez bir 1 Nisan Şakası’ydı bu haber. İnanmak istemedim, duyduğumda. Daha 27 Mart sabahı Dünya Tiyatro Günü’nü kutlamıştım.
Sultan Deli İbrahim, Cellat, Saraylı, Köprülü Mehmed Paşa, Pietro Della Valle, Viyanalı Kumandan, Kanaryalı Vezir, Kadızadeli, Jüstinyen, Mehmet Şehabettin Paşa, Kel Ali, Mete Aymar, Damat Ferit ve sahnede, televizyonda hayat verdiği, kan can verdiği, ruh üflediği onlarca karakter… Bir gövdeye sığınmış onlarca biyografi, saygın asla unutulmayacak bir ad kaldı ondan geriye.
Şimdi düşünüyorum da, İbrahim Gündoğan’ı ilk kez “Sultan Gelin”de izlemiş olmalıyım. Ya da “Çalıkuşu”nda. Sonrasında “Barut Fıçısı”, “Üç Kız Kardeş”, “Zırhlı Kurt”, “Düşüş”, “Ali Baba ve 40 Haramiler”…
Nisa Serezli ve Tolga Aşkıner‘i her defasında ustalarım olarak nitelendirirdi. Halit Akçatepe, Ferhan Şensoy ve Rasim Öztekin‘den de çok şey öğrendiğinden bahsetmişti bir defasında.
Tarık Günersel‘in yazdığı Erol Keskin‘in yönettiği “Zırhlı Kurt” da yaşar kıldığı, Deli İbrahim‘den, Jüstinyen‘e dokuz farklı karakterden ötürü çok mutluydu. “Oyunculuğun tadını çıkarıyorum” diyordu. Aynı günlerde Toron Karacaoğlu‘nun rahatsızlığı nedeniyle, çok kısa bir sürede Mehmet Şehabettin Paşa rolüne hazırlanıp, “Düşüş”te oynadı.
“Hıdırellez”in yönetmen yardımcılığı görevini üstlenmişken, “Kösem Sultan”ın provaları başladı.
Kırgındı. Mutsuzdu. Emekliliğini istedi.Sözünü esirgemeden söyleyen biriydi. Sıkı bir muhalifti. Haksızlığa katlanmak, susmak, eğilip, bükülmek yoktu mayasında. Hep doğrudan yanaydı. İlkeliydi. Ayşegül İşsever’in belirttiği gibi: “İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Şehir Tiyatroları için her zaman, her koşulda bir neferdi” İbrahim Gündoğan.
Mehmet Esatoğlu yakın dostu hakkında şunları söyledi: “İbrahim Gündoğan prova başlarken hiç de harikalar yaratacak bir duruşa bürünmezdi, metnin kenarında sakin bir kafayla dururdu, rolü koklamaya çalışırdı.
Kafasında o rolü nereden alıp nereye götüreceğine dair planlar yapmaya koyulurdu.
Süreç içinde gövdesi, sesi, duyguları şairin tabiriyle bir ‘sis çanı’ gibi yavaştan sesler çıkarmaya başlardı.
Yönetmen meraklı gözlerle, acaba ne yapacak, diye beklerken, birgün İbrahim Gündoğan mucizesi sahnede çiçekler açmaya başlardı.
Onun büyük oyunculuğu genç-yaşlı herkesi çarpıp geçerdi. İbrahim Gündoğan sahnede ya da kamera önünde bunları yaparken asla böbürlenmez çok basit bir şeyi icra edermiş gibi girişir ama bir yandan da gözümüzün önünde harikalar yaratırdı.”
“Kurtlar Vadisi” dizisinde Mete Aymar karakteriyle büyük bir başarıya daha imza attı İbrahim Gündoğan. Geniş kitlelerce tanındı ve çok sevildi.
İstanbul Belediye Konservatuarı’nı bitirdikten sonra Tevfik Gelenbe Tiyatrosu’nda çalıştı bir süre. O kendi ifadesiyle “Oyuncu değil, sadece tiyatro ve dublaj sanatçısı”ydı.
“Vatan Yahut Silistre”, “Keloğlan”, “İşgal Altındaki Masallar”, “Benden Sonra Tufan Olmasın”, “Yaban Ormanı”, “Temizlik Ülkesi” ve rol aldığı diğer oyunlardan bugüne başarıyla, onurla, özveriyle süren 63 yıllık bir yaşam 1 Nisan 2022 tarihinde sona erdi.
İbrahim Gündoğan‘ın değerli hatırasına her zaman saygıyla…
Tam yazımı noktalamıştım ki, 2012 de İbrahim Gündoğan için kaleme aldığım bir makale geçti elime:
“Düşüş”, Nahid Sırrı Örik‘in aynı adlı romanından Kemal Bekir tarafından oyunlaştırılmış, bir dönem oyunu. İkinci Meşrutiyet’in ilanı ile Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girişi arasındaki günler anlatılıyor. Zor, karmaşık günler. İhanet ve pusunun elele verdiği, kestikçe bilenen bir bıçak keskinliğinde hunhar zamanlar, bu dediğim.
70′ li yılların ilk yarısında “Abdülhamid Düşerken” adıyla izlemiştim “Düşüş”ü. Arsen Gürzap kalmış aklımda. Sanırım 1984-85 sezonunda Zekai Müftüoğlu, Ayda Aksel, Zafer Ergin, Tijen Par’lı kadrodan seyretmiştim bir kez de. Mahir Canova yönetmişti, diye hatırlıyorum.
İki sezon önce “Düşüş”ü izlediğimde yine çok etkilenmiştim. Yönetmen Engin Gürmen harikalar yaratmış diye yazmıştım. Dekor, müzik, kostüm kusursuzdu. Ve dediğim gibi, Engin Gürmen‘in olağanüstü başarılı rejisi de bunlara eklenince ortaya “Düşüş” gibi, sezonun en iyi üç dört oyunundan biri ortaya çıkmıştı. Zaten perdedinin oyun sonunda defalarca açıp kapanması, alkışların hiç hız kesmeden dakikalarca devam etmesi de bu düşüncemi, doğrulamaktaydı. Defne Gürmen, Erkan Sever, Toron Karacaoğlu, Oya Palay kelimenin tam anlamıyla soluk kesiyorlardı oyun boyunca.
Dün akşam, “Düşüş“ü yeniden izledim. Bu defa Mehmet Şehabettin Paşa karakterinde Toron Karacaoğlu yerine İbrahim Gündoğan vardı. Vaktiyle Zafer Ergin‘in, sinema versiyonunda Haluk Kurtoğlu‘nun yaşar kıldığı Mehmet Şehabettin Paşa kimliğinde İbrahim Gündoğan gerçek bir aktörün varabileceği sayılı doruk noktalarından birine daha ulaşarak, alkışını fazlasıyla hak ediyordu. Üstelik, doğru hatırlıyorsam, çok kısa bir sürede hazırlandı bu role… İki, hatta üç hafta içinde.
Eski vezirlerden Mehmet Şehabettin Paşa’ya gelince; seksenli yaşlarının ortasına doğru gelmiş. Kızı Nimet’i tam istediği gibi yetiştirmiş. Eşi İzzet Hanımsa sadece yıpranmaya yüz tutmuş Çerkez bir cariye gözünde… Eski bir göz ağrısı o kadar. Belki o kadar bile değil.
Yorgundu Mehmet Şehabettin Paşa tam otuz altı saat süren bir toplantıdan gelmişti. Devlet hizmetinde altmış küsur yılın son durağındaydı. Trabzon, Suriye, Trablusgarp, Aydın Valilikleri, Maliye ve Evkaf Nazırlıkları… bir köşede kalmaya katlanamayacaktı… Nazırdı.
Sait Paşa’nın yerine sadrazam olmaktı gönlünde yatan. Bazen dillendirmekten çekinse de, bazen dillendirir gibi olsa da.Tek isteği buydu.
Servet-i Fünun’da Halil Nüzhet imzalı bir makaleyle ürperdi Mehmet Şehabettin Paşa.
Doğru; üç kez Maliye Nazırlığı’nda bulunmuş, üçünde de üç büyük borç anlaşmasına imza atmıştı. Doksan Üç Savaşı’nın hemen bitiminde gerçekleşmişti bu anlaşmalar. Kim bilir Yalısı’nın da bulunduğu Rumeli Hisarı’ndaki camii, aldığı binlerce İngiliz altını komisyon ya da rüşvetin karşılığı, bir günah ödeme temizliğiydi.
“Otuz yıl, tam otuz yıllık bir hikaye bu kızım. Şimdi açıklanması da muhakkak Sait Paşa’nın işi… “
“Evet, ama bir zarfın içinde. Hatta ilkinde, içinde ne olduğunu bilmiyordum bile. Adamlar gittikten sonra açıp baktım, çekin tutarı, bu alçak herifin söylediği kadardı. Geri gönderecek oldum, ama düşündüm. Kime, ne yararı olur?”
“Tam tersi, bir memleket evladının cebine para girmez, şu parayla çevresine, iyilikler, yardımlar yapamaz. Üstüne yine Frenklere gider. Ama bu aşağılık herif, böyle düşünmüyor tabii. Kimin başı altından çıktı bu, iyi biliyorum. Kendi suçlarını unutturmak için Sait Paşa kışkırtmıştır onu… “
“Gidin efendim, gidin! Verin güven oyunuzu. Kırk yıldır beklediğim sadrazamlık da böylece kaçıp gitsin!”
Kuşkusuz yüreğin ne zaman, hangi derinlikte kırılabileceğini kestirmek zor. Kıran kırana bir yüzleşmeyi, düşbozumlarını, hayallerine tutunuşu sahneye taşıyor İbrahim Gündoğan. Acının dibine iniyor bazen Mehmet Şehabettin Paşa olarak. Çocukluğuna sığınıyor giderek… Sesinin paslandığını hissediyorsunuz. Yüzünde dalgalanan o ifade… Şakağında sabitlenen seğirme. An geliyor, geçmiş görkemli günlerine kelepçeliyor bileğini. Sayıklamalar içinde, umarsızca çırpınıyor Mehmet Şehabettin Paşa. Korku ve tedirginlikleriyle seferberlik durumunda yaşıyor adeta. Kendiyle dalaşıyor… Yaşlılık basıyor üstüne… Basıp geçiyor. Artık iktidarda değil. Gücünü büsbütün kaybetmekten korkuyor. Nicedir, daha öncesi olmayan bir hayatın eşiğinde. İnkar etse de, bir şey değişmiyor… Değişmeyecek.
Simsiyah bir gecenin ortasında, yalpalıyor… Düşmesi kaçınılmaz… Tutunmaya çabalıyor. İçinde, derinde bir acı var… Soluğunu kesen bir acı bu. Hala parmakları arasında kalmış tutkularını diri tutma sevdasında. Bütün yelkenlerinin parçalandığının ayırdında değil henüz. Hep bir makam bekliyor… Hayattan dakikalar çalıyor aralıksız. İhanete uğradığını varsayıyor, ihanet ettiklerini yadsıyarak. İhtiraslarına karşı kendini kuşanıyor pervasızca. Korkunç bir ödeşme hali bu. Kendini aklamaya çabalıyor. Yorgun. Çok yorgun aslında. Derken apansız esen bir rüzgar kırıyor tüm dallarını. Düşüyor… Taa boşluğa bir yuvarlanış bu. İçindeki bencillik kuyusunun uçsuz bucaksız boşluğuna…
İbrahim Gündoğan, hayat verip, gövdelendirdiği Mehmet Şahabettin Paşa kompozisyonunda, o nüanslı oyunculuğuyla yukarda saymaya çalıştığım ruh hallerini başarıyla sahneye taşımakta. Nasıl desem, kendini aşan bir ritm, sıcaklık katıyor oyuna. Kendi özel coğrafyasını kuruyor içtenlikle. Elinden tutup götürüyor izleyeni. Tiyatronun tılsımlı dehlizlerinde kayboluyoruz birlikte. “Zırhlı Kurt”da belleklerimize çakılmış, Deli İbrahim, Cellat, Saraylı, Köprülü Mehmed Paşa, Pietro Della, Viyana Kumandanı, Kadızadeli, Jüstinyen, Kanaryalı Vezir yorumlarının ardından Mehmet Şehabettin Paşa ile yine dorukta bir performans sergiliyor. Ve bir kez daha tiyatro tarihimize geçiyor.”