“Paradoxe Sur Le Commedien’de, Diderot oyuncuyla komedyeni büyük bir açıklıkla birbirinden ayırır. Oyuncu o kişiliğe girerken, commedien onu özümser; oyuncu kendi kişiliğinin kuvvetiyle o karaktere bürünürken, commedien kişiliğini tümüyle siler.”
Marcello Mastronianni
Türkiye’nin en önemli komedyenlerinden biri olan Yalçın Otağ, 80’li yılların başında Dormen Tiyatrosu ile tiyatro sahnesine adım atmıştı. Sonrasında Şan Tiyatrosu, Tiyatrokare ve CRR’ de sergilenen Deli Dolu Opereti.
Şen Sazın Bülbülleri’nde yaşar kıldığı unutulmaz gazino patronu rolüyle gerçek bir tiyatro oyuncusu olduğunu kanıtlamıştı Yalçın Otağ. Oscar’da müthişti. Bir Kış Masalı’nda da.
Deli Dolu operetinde sahneye ilk giriş anını hatırlıyorum şimdi. Seyirci alkışla selamlıyordu O’nu. Öylece kalakalmıştı birkaç dakika. Alkış kesilmek bilmiyordu. Bir sanatçı için ne güzel, ne kadar anlamlı bir saygı duruşuydu bu tezahürat.
Bir an salona baktı.
Sahne disiplinini, doğuştan gelen yeteneğine katıp, Yalçın Otağ tarzını yaratmıştı.
Hayatı hiçlemedi; adeta siparişle yaratılmış benzerleri, bir yerlerde dolaşıp, tedavüle girse de, o hiç diskalifiye olmadı. Bir ekolün son temsilcisiydi çünkü.
Dormen Tiyatrosu’nda Otel Paradiso, Arapsaçı‘ndaki başarılı yorumlarını nasıl unutabilirim ?
Yalçın Otağ debisi yüksek bir akarsudur benim için. Şöhretiyle, duruşuyla hiç eskimeden klasikleşmiş; yaşadığı toplumun fotoğrafını çekebilmiş, sözünü esirgememiş, gerçek bir toplumbilimci aynı zamanda. Safkan bir komedyen. Kelimelerle oynayan bir büyücü. Ağırlığı yadsınamayacak bir filozof. Deneyimli bir iletişim uzmanı. Seneler sonrasını görebilen bir kahin. (Bu yazdıklarımın çok iddialı olduğunu söyleyen çıkabilir. Lütfen Ateş Böcekleri’nin 45’lik plaklarını bir kez dinlesinler.) Gün oldu ayna tuttu yüzümüze ki, kendimizi görebilelim. Gördük mü, görebildik mi, tartışılır.
Yaşamak, hicvetmek, mavinin yeşilin ayrımına vararak yaşamak, sözünü söylemek, yaşadığı topluma ve o toplumun meselelerine duyarsız kalmamak önemliydi onun için. Derdi gücü, zekasını, bilgisini, düşlerini halk kitleleriyle paylaşmaktı. Eminim kırılmıştı bazen. Yok yere örselenmişti. Aynı meslekten insanlar arasında pek yaygın olan kıskançlıktan o da nasibini almış olmalıydı. Ünlüydü ya, popülerdi ya…
Bir yarayı bırakın sarmayı, görmezden gelen, kültürel kirlenme ve toplumsal cinnetin at başı gittiği bir düzende yükselen tüm jelatinli, cilalı değerlere karşın saygınlığını hep korudu. Taklitleri çıktı zaman içinde. Cılız, eğreti, zavallı taklitleri… Birkaçını tanıdım hatta. Şimdi adları bile yok. Sahi, neredeler?
Yalçın Otağ yıllardan yıllara eskimeden, yıpranmadan geçmeyi bildi. Hiç unutulmadı. Geride durduğu dönemlerde bile hiç unutulmadı.
Espri gurusu olarak kolektif bilinçaltımıza sızmış, toplumun kolektif varlığı olmuştu. Hayatımızın en kalıcı klişelerinden biriydi aynı zamanda. İçimizde, bir yerlerde eksik bırakılmış, korkutulup sindirilmiş isyanları, hüzünleri, neşe ve elemleri yaşar kılıyordu sahnede. Hiciv, taşlama en güzel onunla gövdeleniyor gibiydi. An geliyor sahneyi aydınlatan tek spot ışığı altında devleşiyordu. Yukarıda açıklamaya çalıştığım gibi, toplumsal hafızaya yerleşmiş bir imgeydi o. Dahası, toplumla doku reddi olmayacak bir imge/kimliğe sahipti. Asla aykırı bir parantez olmadı. Bayağılığa gönül indirmedi. O’nun Süleyman Demirel taklidini, Süleyman Demirel kahkahalarla alkışladı.
1950’li yılların hemen sonunda Türkiye’de yükselmeye başlayan modern, daha doğru bir ifadeyle, popüler kültürün önemli prototiplerinden biriydi Ateş Böcekleri. Kavuklu, Pişekar, Karagöz, Hacivat siluetlerine ruh üfledikleri doğruydu. Onlar Ateş Böcekleri’ydi. Ateş Böcekleri’miz: Ercan Bostancıoğlu ve Yalçın Otağ.
Ateş Böceği Ercan ve Yalçın’ı tanımayanınız var mı?
Hayatları bir zamanlar Ateş Böcekleri ile kesişenler için ne denli manasız bir soru, öyle değil mi? Ateş Böcekleri adını hiç duymadan yaşayıp giden, televizyon – sahne bayağılıklarına, cıvık animatörlere tutsak edilmiş, fikriyat isyanları budanmış kuşaklar için ne büyük bir hicran, kayıptır bu.
Ateş Böcekli yıllara kıyısından da olsa denk düşen biri olarak şanslıyım. Çünkü onları sahnede defalarca izledim. Ne kağıt kaplandı onlar, ne silikonu bol plastik kahraman. Mağrur ve boyun eğmez asaletleriyle sahnede gözüktüklerinde, salon alkışlara karışan ‘bravo’ sesleriyle inlerdi her defasında.
“Keşke yeniden birleşseler. Yeniden…” dediğim çok olmuştu.
Arada koskoca iki kuşağa teğet geçerek 50, 60, 70’lerin efsanesi tekrar canlansa. 2000’lerle buluşsa. Ama olmadı.
Evet, Ercan Bostancıoğlu ve Yalçın Otağ.
Onlar… Ateş Böcekleri.
El pençe yürek, el pençe sevgi, saygıyla önlerinde durduğumuz, ayakta alkışladığımız. Esprilerine kahkahalarla güldüğümüz.
Ateş Böcekleri; toplu kimlik kartımız, gerçeğin geniş açı resmini çeken tek sağlam objektifimiz, en renkli toplumsal fenomenlerimizden biriydi. Gündemde ne varsa hicveden, eleştiren. Güldürürken, yüzleştiren.
Bildiğim odur ki, Ateş Böcekleri’nden sonra, ikili gösteri sunanların, stand-up’çıların ve bilumum minder komiklerinin Ateş Böcekleri’ni aşması çok zor olacak. Radikal, kalıcı olan her yeniliği tüllendirmenin, unutturmanın hayli güç oluşu (hatta imkansız) gibi.
Ve birden seneler geçti.
Zeki Müren artık uzak, asude bir iklimdeydi. Sevim Tuna da. Sevim Deran da. Behiye Aksoy da. Gazinolar kapandı tek tek. Şarkılar sustu.
Sevda bahçelerinin çiçekleri hep soldu..
Havalandırma ızgarasının üzerinde, etekleri uçuşan Marilyn, gerisingeri, başladığı yere döndü. Bakışlarında intihar tortusu… Ve hisarbuselik bir ıssızlık.
Gecenin son demleri.
Hayattan kopartılıp, bir duvara asılmış Ateş Böcekleri afişi: “Ve Ateş Böcekleri 20 Ağustos 1978 akşamından itibaren Fuar Manolya ve Göl Gazinoları’nda.”
Puslu, serin, kül rengi bir İstanbul sabahıydı. Yer ıslak, kaygandı. Evlerde tek tük ışıklar yanıyordu.
Ateş Böcekleri afişine takıldı gözüm. Tekrar gördüğüme sevindim onları. Sanki, nasıl desem, eski bir hatırayı bulmuşum gibi sevindim, mutlu oldum. Heyecanlandım.
Levis Carrol haklıydı işte. Bir Harikalar Diyarı vardı demek. Ancak Alice olamayacak denli geride bırakmıştım o yılları. Olsun, Ateş Böcekleri Harikalar Diyarı’na çağırıyordu beni. Sadece beni mi, hepimizi.
Ve hep beraber özlüyorduk onları.
İşin tuhafı, kimi şöhretleri çok çabuk unutuyorken, kimileriyle bir ömrü paylaşıyorduk.
Dedim ya, hayatımızın hiciv dekoratörüydü Yalçın Otağ. Sazıyla, sözüyle, kahkahası, engin iç görüsüyle…
Biliyorum, Ateş Böcekleri hep bizimle olacaklar. Yaşamımızdan hiç çıkmayacaklar. İçimizde kopan, kopartılan ipleri düğümlüyorlar çünkü. Zaten hiç ihanet etmedik onlara. Yerlerine kimseleri koymadık, koyamadık. Kıyıda kalmış insanların iç dünyalarını, açığa vurulamayan, anlatılamayan, paylaşılamayan, telaffuz edilemeyen yaşamları, hisleri hep onlara yükledik. Dedim ya, sığındığımız, soluklandığımız vahalardı onlar. Neredeyse bir ömrün tamamı. Neredeyse bütün hayatımız. Bütün mazimiz. Ve o onların düzeyli esprileri…
Ateş Böcekleri‘ni sahnelerde defalarca izleme imkanım olmuştu. Zeki Mürenli, Ajda Pekkanlı, Gönül Yazar, Emel Sayın, Nükhet Durulu Lunapark, Göl, Aşiyan Gazino programlarında kahkaha seline dönüşen Ateş Böcekleri…
Ateş böceği Ercan – Yalçın. Tipten tipe geçerek, deri değiştiriyor, toplumun çok farklı kesimlerinden gelen insanları bir noktada birleştiriyorlardı. Bu noktada kahkahalar, düşündüren, çok zekice kurgulanmış bir hiciv ve nezahat vardı.
Şen Sazın Bülbülleri, 7’den 77’ye Müzikaller, (şimdi nasıl hatırlamam, Ah Bir Zengin Olsam şarkısını yorumladığı sahneyi) Oscar, ayakta alkışlandığı Deli Dolu operetini, Bir Kış Masalı‘nı. Çılgın Dershane‘nin, başından çıkarmadığı şapkasından dolayı, “Şapkasız Çıkmam Şükrü” lakaplı Şükrü Hoca tiplemesini.
“Biz sahneye çıktığımızda İsmail Dümbüllü gelip izlerdi, ona ilginç gelirdik. Şimdi durum tersine döndü; bugünküler bana ilginç geliyor. Aralarından Cem Yılmaz’ı bizim kuşağa daha çok benzetiyorum. Ata Demirer, komedyenliğin ötesinde çok kabiliyetli. Tiyatroda farklı rolleri başarıyla oynayacağını düşünüyorum. Yılmaz Erdoğan güzel yazıyor. Okan Bayülgen ile beraber çalışma fırsatımız da oldu, çok başarılı buluyorum. Bir de Engin Günaydın var, acayip bir çocuk o!” demişti bir konuşmamızda.
Ve nasıl unuturum, papyon kravattan o yaşlarda hiç hoşlanmazdım. Anneannem Yalçın Otağ‘ı örnek gösterir ,“ama Ateş Böceği amcayı hatırla hani boynunda kravatını oynatan” derdi. Laf aramızda kaç kez denedim beceremedim. Onun boynunda adeta çiftetelli oynayan papyon bende hareketsiz dururdu. Öyle, kalıp gibi…
Ateş Böceği amca kırklı yaşlarımın başında Yalçın Bey’e, Yalçın Ağabey’e dönüşmüştü benim için. Sonrasında aynı dünyada yaşamaktan onur duyduğum gerçek bir dosta.
Birgün oturup, hatıralarını yazdı. “Bir Ateş Böceği’nin Anıları“nı ilk okuduğumda gülmekten kaburgalarımın ağrıdığını, itiraf etmeliyim. Hep merak ettiğim gazino kulislerinin perdesini aralıyordu. Yaldızlar, simler, aylalar ve ucuz Beyoğlu taşlarından sıyrılıveriyordu hayal kahramanlar.
Sırada 1980’li yıllar ve tiyatro çalışmaları olacaktı… Onları da özenle yazdı, tamamladı. Ama kitaplaştıramadı…
Sağlık problemleri vardı. Evladını kaybetmişti.
15 Ağustos 2014 günü aramızdan ayrıldı Yalçın Otağ. Nam-ı diğer, Ateş Böceği Yalçın…
Bir an Lale Belkıs’ın onun gözlerinin ta içine bakarak, söylediği şarkıyı hatırlıyorum :
“Bu şarkı bizim, hep ikimizin…”
Değerli hatırasına saygıyla…