Yeni Yaşam gezetesinden Nezahat Doğan’ın Ahmet Mümtaz Taylan ile söyleşisi okurlarımızla paylaşıyoruz:
Sanatçı Ahmet Mümtaz Taylan ile farklılıklarımızı, bir arada ortak yaşamı, toplumsal meseleleri ve sanatı konuştuk.
Sanat üretmek, ürettikleri ile topluma ve ulaştığı yerlere ne verdiğini düşünmek, yaşadığı ülkede sokaktan, yaşanan temel sorunlara kadar, demokrasi için bir arada yaşamak. Kendini düşünceleri ve ifadeleriyle cesaret ile ortaya koyabilmek önemli. Çünkü ülkenin geldiği yerde sistemin sanatı değersizleştirildiği, Sezen Aksu’nun bile hedef gösterildiği şu dönemde sessiz, kör, sağır, topal olunabilir mi? Sanat kendi gelişimini tamamlarken, kime ne kadar değebiliyor sorusu önemli. Bu yeterli mi elbette ki değil. Ama bir ses, bir nefes olmak ve sessizliği kırmak için bir yerden başlamak, başladığınız yerin devamını sağlamak önemli.
“Ve vicdanlı olmalıyız” diyor, sanatçı Ahmet Mümtaz Taylan…
Konuştuğu zaman söylediği sözün bir yerlere ulaşması, değmesi, dokunması önemli onun için. Kürt meselesi dedi gündem oldu ama o bu sorunu yıllar önce de söylemişti fakat bugün daha cesurca söylediği için bu kadar gündem olduğunu belirtiyor ve ekliyor; bu sadece Kürt değil bir Türk meselesi de…
Sürekli üreten, oyunculuğuyla, duruşuyla, bakışıyla, inandıkları ve söyledikleriyle toplumun sorunlarını dile getirme sorumluluğunda felsefesi Vicdan ve Adalet olan sanatçı Ahmet Mümtaz Taylan ile farklılıklarımızı, bir arada ortak yaşamı, toplumsal meseleleri ve bunun içinde etkili olan sanatı konuştuk.
- Diziler, sinema, araya sıkışan bir kitap, Gain kanalına kültürel bir program da yapıyorsunuz. Bu kadar üretkenliğin kaynağı ne?
Ben işimi yaparken seçimlerimi savunabileceğim işler yapmak biçiminde kullandım. Az şikayet, çok severek yaptım ama yaptıklarımı tam yeterli görmüyorum. Hep kafamda yapılması gereken, yapılabilecek yeni işler, yeni sorumluluklar var. Biriktirmeye, öğrenmeye, anlamaya, kavramaya çalışırsınız hayat başka bir şey değil. Hayat aslında kendi iç barışımı sağlamak. İç barışını sağlamış bir insan olarak da genel anlamda barışık yaşamaya yönelik hedefler koyup, bir katkı sağlamalı ve çalışmaktır benim için.
- Nedir o hedefler?
Düzgün yaşamak, haksızlık etmemek, adalet duygusunu, vicdanını kaybetmemek temel siyaset olarak gördüğüm şeydir. Yani sağcı, solcu ülkücü İslamcı olmaktan öte vicdanlı bir insan olmak. Adalet, birliktelik duygusunu, birlikte yaşama ülküsünü kaybetmemek, onu unutmamak, o ülküden uzaklaşmamak üzerine bir hayat kurdum kendime, kurmaya gayret ettim, onun için de inşa çabam devam ediyor…
- Genel olarak kendinizde ne gibi eksikler ve artılar görüyoruz sunuz?
Eksikler çoktur! Artıları ben saymam çünkü artılar aslında bugüne kadar kendimle ilgili, yaptığım işlerle ilgili etrafımda oluşmuş olan intiba, o intibayı verme çabası. Ben sanata bir kere çok büyük anlamlar ve hedefler yüklemiyorum.
- Ne olarak görmek lazım?
İyileştirici gücü vardır sanatın. Yani sanat, bir tür tedavi biçimi gibidir, bir ilaç gibidir. Sanatın ne kadar işe yarayıp yaramayacağını biraz da sanatçının kararlılığı belirler.
- Peki sizin sanata karşı sorumluluklarınız neler?
Ben kendime bazı sorumluluklar biçtim. O sorumluluklar hayata geçmeden başka bir işe bakmayacağım.
Ben öyle yapıyorum, herkes böyle yapmalıdır demiyorum. “Her yiğidin kendine göre bir yoğurt yiyişi” var. Benim iş yapma şeklim bu, ben “attığım taş ürküttüğüm kurbağaya değecek mi” bunun hesabını yapmaya çalışırım.
Sanat bizim emrimize amade değil. Sanat öyle çok ele avuca sığar ve planlanan bir şey değil biraz kendi canı olan bir şey. Orada diyoruz ya toplumun da bir canı var, sen ne yaparsan yap hiç beklemediğin bir anda gol atarsın bir sürpriz gibi. Hayat gibi ve onunla ne yapacağını bilmek zorundasın.
- Bunlar yaşadığımız ülkenin gerçekleriyle de ilgili midir?
Bu ülkenin insanlarına dokunan bir şey yapıyor musun, yapmıyor musun? Asıl mesele bu ve benim için önemli, herkes için böyle olmak zorundadır demiyorum. Sanata, sanatçıya ödevler yüklemek, bu konuda yönergeler oluşturmak falan benim işim değil. Ben kendime bakıyorum, kendi vicdanım, kendi evrensel ölçülerde, eşitlik duygusu, adalet duygusu, vicdan duygusu bu karineler üstünden işimi onlara uygun bir biçimde yapmaya çalışıyorum.
Bana bir faşisti oynatabilirsiniz ama faşizmi övdüremezsiniz. Ben faşizmi oynarım ama övmem.
Televizyonda da hep şunları tartışıyoruz ya; Kadına şiddet gösterilmesin. E var! Sokakta, evde, işyerinde var: mobbingden tut da tacize, tecavüze, öldürmeye, canına kıymaya, hayatı dar etmeye kadar hayatta var ama dizide olmasın. Niye? Hayatta ne varsa biz dramada, komedide, kurguda onu gösteriyoruz.
- “Sanat toplumun aynasıdır” klişesi hangi dönemlere göre biçim değiştiriyor?
Ekmek kavgası olduğunda başka bir şey oluyor. Bazı dönemlerde suya sabuna dokunmayan işler de yaparsın. Ama sen o ülküyü kaybetmediğin sürece yaptığın her işin içinde bir şey gösterirsin, bir şey hissettirirsin. Bazen afişe edip, ifşa edersin, bazen de ima edersin. Ama bir şekilde bir dozda senin bir meselen olduğu her zaman izleyen tarafından ya anlaşılır ya da hissedilir.
- Kaygılandığınız, endişelendiğiniz zamanlar oldu mu?
Başkasının derdiyle dertlenebilmek. Aksi takdirde sanatın bir anlamı yok, yaptığım işin de bir anlamı yok. Birisine dokunmuyorsa, birisine bir soru sordurmuyorsa, birisini çok iyi bildiğini zannettiği bir konuda şüpheye düşürmüyorsa, yapılmasa da olur. Benim hayatım baştan aşağıya bir kaygıdan ibaret. İşimle ilgili, ülkemle ilgili, sevdiklerimle ilgili, kızımla ilgili, hiç tanımadığım insanlarla ilgili, sadece kendi kızımla değil herkesin çocuğuyla ilgili. Çünkü sevmek yanınızdaki yörenizdeki, yakınınızdaki, kendi yörüngenizdeki insanları sevmekle sevecen olmuyorsunuz
Bugünkü zamanda, bunca haksızlığın, bunca adaletsizliğin, bunca eşitsizliğin, bunca andavallığın ayyuka çıktığı dönemde sadece güzellik için sanat yapmak benim için soru işareti…
- Sorma, sorgulamada ve tartışmada biraz kısır ve suni kalındığını mı düşünüyor sunuz?
Düşünüyorum, çünkü baskıcı bütün şeylerde, baskı dönemlerinde…
- Baskı rejimi mi?
Baskı rejimi diyemiyorum yani baskı rejimi dersem içinde yaşayan herkese de haksızlık edeceğim. Ben baskı rejiminde yaşadığımızı düşünmüyorum. Çünkü o kadar baskılanabilecek bir toplum değiliz artık.
- Nasıl bir toplum?
Hala itiraz edebilen bir toplumuz, hala… Her şeye rağmen bunca baskıya, bunca sıkışmışlığa sadece ekonomik değil, sadece siyasi değil, her türlü sosyolojik parametre üstünden çok sıkıştığımız, sıkıştırıldığımız böyle bir dönemde bile hala itirazımız var.
- Nasıl işliyor o itiraz mekanizması?
Kadınlar Taksim’de polise kök söktürüyorlar. Az şey mi? Cezaevlerinde yıllardır kıpırdamadan, nefes almadan yaşatılmaya çalışan insanlar hala seslerini yükseltiyorlar ve meselelerinden, sözlerinden vazgeçmiyorlar.
İçeride, dışarıda her yerde itiraz eden insanlar var.
- Cezaevlerindeki hasta tutuklulara ve onların salıverilmemesine karşı kayıtsız kalabiliyor musunuz?
Nasıl kayıtsız kalınır işte anlattığım her şeye ters düşerim o zaman. İçeridekilerin ne düşündüğüne, neye inandığına bakmaksızın onlarla paralel düşünüp düşünmediğime bakmaksızın insan olmak. Temel insan hakları üstünden baktığınız zaman kayıtsız kalmak, “ne demek kalmak”? Kalamazsın zaten.
Sanatçı olmaya gerek yok, insan olmak. Oraya gelmeden çok önce o görevi almış oluyorsunuz. Bir ülkede belirgin bir düzen içerisinde belirgin bir kimlikle alt-üst kimlik her neyse onunla yaşamayı kabul ettiğiniz anda o sorumluluklar size ait oluyor. Görmezden gelebilirsiniz, arkanızı dönebilirsiniz ama onlar arkanızı döndüğünüz zaman kaybolmuyor, onlar duruyor. Temel insanlık meseleleri hiçbir zaman kaybolmaz.
- Mesele ideolojik değil temel insanlık meselesi mi diyorsunuz?
Bakın haksız yere içeride tutulduğuna inandığımız, neden içeride tutulduğunu bile bilemediğimiz Selahattin Demirtaş var, kaç sene oldu içerde. Osman Kavala, gazeteciler, yerel siyasetçiler, yazarlar yani Ahmet Altan, daha yeni çıktı kaç sene yattı? Şimdi bu insanlar konuşurken, hala üretirken, onlar başını eğmezken, onlar kaderine razı olmazken, onlar bu baskıyı bu kadar üretken bir biçimde göğüslerken, dışarıda kayıtsız kalamazsın. Aynı şeyleri düşün ya da düşünme sen de söyleyeceksin. Dilin döndüğünce, münasip bir dille taşıdığı hacmin kadar konuşarak, bir tek sözün, bir cümlenin değerini, faydasını göz ardı etmeden duyarlı yaşamaya çalışacaksın. Başka çaremiz yok.
- Bugün ülkeye baktığınızda siz ne görüyorsunuz?
Kutuplaşma! Kendi tabanından başka bütün kesimleri görmezden gelme, yok sayma, onların da birbirlerini yok sayması için mümkün olan her türlü zemini hazırlama eylemi bu ülkeyi mutsuzlar ülkesi yaptı. Siyasetçinin de hiçbir biçimde işine yaramadı, yaramayacak. Uzun vadede büyük bir yenilginin dramatolojisidir, oraya da doğru yaklaşıyoruz.
- Nedir yenilecek olan?
Bu düşmanlık politikası. Bu yenilecek! Ha o kazanır öbürü kazanır bilmem! Çünkü herkesin kendine göre bir potansiyeli var, o potansiyel mutlu olacak, öteki potansiyel muhalefete düşecek ve tartışmaya devam edilecek.
- Size göre buradaki esas derin mesele ne?
Türkiye’de çok büyük insan toplulukları mutsuz, şikayetçi ve artık giderek kızgın. Bunun için bir şeyler yapmak gerekiyor. Yani bu tribünleşmeyi derinleştirmek intihar gibi bir şey bence ve toplumun topyekûn intihara sürüklenmesi demek. Kaldı ki somut intiharlar aldı başını gitti; gençler, müzisyenler artık intiharlara büyük başlıklar atılıyor.
Yani bu ülkeyi yönetiyor olsanız…
- Ülke yönetilemiyor mu?
Ülke yönetiliyor ama kötü yönetiliyor devlet durmaz döner.
- Nasıl dönüyor?
Dönüyordu hep. Dönüyor ama nasıl dönüyor olduğunu şimdi hepimiz konuşuyoruz. Yani iş bir tane ekmek meselesine kadar geldi. Burada bu mutsuzluktan, bu memnuniyetsizlikten geri dönüş olmaz.
Bu sorunlar hakkında, bu çelişkiler hakkında, bu acayip aramızda oluşturulmuş uçurumların farkına varılması için çaba sarf edilebilir.
Fikir beyan etmek değil en azından olanı göstermeye çalışmak.
Ayrıca, bu uçurumu, bu ayrışmayı ve bu kutuplaşma-tribünleşmenin de temel meselelerle ilgili olmadığını düşünüyorum
- Bir toplum neden kutuplaştırılır? Nedir temel mesele?
İktidar! İktidara yapışmak, bu sebeple bunlar yapılıyor. Dünyada hiçbir zaman hiçbir yerde kan, gözyaşı, kederden başka bir şey getirmemiş, bir kazanımı olmamış bu tutumu bu kadar şehvetle sürdürmenin sebebi her koşulda iktidarda kalabilmek. İktidar da tıpkı sanat gibi onunla ne yapmak istediğinize göre değer kazanır ya da kaybeder. Bu Türkiye’deki biçiminin benim için zerre kadar değeri yok. İnsani değil bu. İnsanla ilgili değil. Bu siyaset insan odaklı olmayan bir siyaset.
- Çözüm ne olmalı?
Bu soruların çözümleri her biri ayrı ayrı paketler gerektiren bir şey değil. Birlikte yaşama kültürünün geliştirilmesiyle çözülecek şeyler. Farklılıklarımızı koruyalım-korumayalım korumak isteyen korusun, asimile olmak isteyen asimile olsun. Ben o kısımda değilim ben bir sosyolog, toplumun mühendisi, kanaat önderi falan da değilim. Bir sanatçı olarak, bir baba olarak, ülkesini sevmek için ülkesini sevmekten vazgeçmemek için çırpınan birisi olarak şunu söylüyorum. Birlikte yaşamayı öğrenmek zorundayız. Aynı şeyi düşünmek zorunda değiliz, zaten bu hayırlı bir şey de değil.
- Ortak alanlar oluşturmak ve farklılıklarımızı anlamak mı?
Huzur içinde yaşayan, mümkün olduğu kadar ekonomisi sallansa da, siyaset zaman zaman çalkalansa herkes ne istiyorsa düşünsün. Ne istiyorsa onun için çaba sarf etsin, onun propagandasını yapabilsin, onun için yaşasın, kendi ülküsünü yaşasın. Ama bunu hep birlikte yaşarken birbirimize saygı göstererek yapalım. Yani hayat zaten her şeyi sıraya sokuyor. O yaşam dizgesi içerisinde bazen onlar yükselir, bazen bunlar, bazen ötekiler ama giderek bir ortaklaşa yaşam oluşur.
- Bu ortaklaşa yaşam Türkiye’de görülmemiş bir şey miydi?
Geçmişte gördük, bugün de yaşıyoruz sadece geçmişte değil. Hala toplumun çok zor koşullarda yaşayan büyük bir bölümü, diğer bölümünün gırtlağına yapışmadı. Bunlar az şey değil. Yani bu aslında var olan bir birlikte yaşamak ülküsünün hala kazanımıyla ayakta duruyoruz. Her şeye rağmen yani ne bitmez tükenmez memleketmiş diye çok sık söylemiyor muyuz? Hep kenarında, zulasında, kuytusunda, saklısında bu ülkenin hep bir vicdan, hep bir adalet duygusu, hep bir eşitlik özlemi, hep birlikte yaşama ülküsü ölmeden bir şekilde kalıyor. Bu az buz bir şey değil. İyi insanların hatırına, birlikte yaşamak isteyen insanların hatırına o ölmüyor, onu öldürmeyelim. Onu daha geniş anlamda, birlikte yaşanır hale getirelim, aynı şeyleri düşünerek olması gerekmiyor bunun.
Farklı olalım. Zaten öyleyiz. Ve sadece etnik köken de -insanları nasıl siyaset hayatı tarif etmeye yetmiyorsa- etnik kök bireyin baştan aşağı tarifi için yeterli bir şey değil. O bir parçamız, kimliğimizin bir parçası. Bence en büyük şey vatandaşlık numarası. Ortak numaramız. Birlikte yaşama ülküsüyle bunu ayakta tutmak zorundayız. Birbirimizi sevmek zorunda değiliz ama birbirimize saygı göstermek yönünde.
- Tahammül mü kalmadı?
Tahammülü de kibirli bir şey olarak görüyorum.
- Nasıl yani?
Tahammül üstencilik demek, yani ben sana tahammül ediyorum. Öyle değil! Benim varlığıma saygı göstermek bir şeyin varlığını tartışılır hale getirecek kadar kibirli olmamalı. Biz bu saygıyı ne zaman yitirdik ya da bu saygıyı hala yitirmedik. Ama bu saygı çok büyük bir baskı altında ve parçalanma noktasına doğru gidiyor. Hala parçalanmamış olması o çekirdeğin ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor.
Hala birlikteyiz, hala birbirimizle dostuz, hala arkadaşız. Türkiye’de birbirine yaklaşması yasaklananlar hala her şeye rağmen bir arada yaşayabiliyor.
- Bir arada yaşamanın, demokratikleşmenin önündeki engeller ve en öncelikli sorunlar nedir?
Bu ülkede demokratikleşmek için öncelikle Kürt sorununun çözülmesi geliyor ve büyük bir önceliği var. Yani ülkenin iç barışı için birinci derecede önemli mesele bu. Hallolana kadar da ikinci, ikinci olarak kalacak. Bu kadar basit.
- Siz sorunu sorun olarak ortaya koyup dediniz ki “Kürt meselesinin çözümü için neyim var neyim yok veririm” Ve bu çok konuşulmuştu. Bunu ilk defa mı dile getirmiştiniz?
Hayır ilk defa söylemedim daha önce de söylüyordum ama bugünün koşullarında cesaretle söyledim. O güne kadar nedense fark edilmedi. O gün fark edildi belki de ben bu kadar açık söylememiştim. Birinci sorunumuz bu. Türkiye’de bir ayrıştırma, kutuplaştırma, tribünleşmeyi, derinleştirme konusunda kim eyleme geçecekse önce kaşıyacağı yerin bu olduğunu düşünüyorum.
Çünkü her seferinde oradan bölünüyoruz, oradan parçalanıyoruz, oradan konsolide ediyoruz ediliyoruz. Bundan kurtulmak lazım ve bu imkanı egemenin elinden almak zorundayız. Biri size sürekli sopayla vuruyorsa önce o sopayı onun elinden alıp bir kenara atacaksınız ki oturup konuşulsun. Dayak yemekten konuşmaya zamanımız, halimiz kalmıyor.
Biz dayakla ölmeyiz! Halk dayakla ölmez! Kitleler dayakla ayrılmaz! Dayakla bütünleşmez! Tarih bunu gösterdi. Önce bu ara dayak meselesine son vermek zorundayız.
- Kürt-Türk meselesi ara dayağına mı dönüştü? Ne yapılmalı peki?
Evet onu söylüyorum. Kürt-Türk meselesinde büyük ara dayağı meydanına dönüştü. Bu ülkede bu konuyu halletmek zorundayız, başka bir ülke yok gideceğimiz. Başka gidilecek yeri olsa da gitmemeye karar vermiş insanlar var bu ülkede. Çünkü hepimizin burası, hepimizin babasının toprağı var da topluca birisinin babasının toprağı değildir. Bu ülkenin insanlarının söz hakkı vardır ve yeterince kayıt dışı kalmışlardır. Artık konuşma zamanıdır, söyleme zamanıdır, artık dilinin önüne yaprak koymadan bazı meseleleri tartışma zamanıdır. Bunu yapmadan, ne hükümetten, ne muhalefetten, ne ana muhalefetten, ne küçük muhalefetten, ne enişteden, ne dayıdan medet ummanın anlamı yok. Biz elimizi taşın altına koymalıyız birey olarak, iki düzgün cümleyi söylemek, bir araya getirmek, elini taşın altına koymaksa onu ben yaparım daha fazlasını da yapmaya hazırım onu söyledim ve söylemeye devam ediyorum.
- Bunun bir sorun olduğunu düşünüp konuşmayanlar yok mu?
Bu milyonlarca insanın düşüncesi, sadece benim değil. Kimisine soruluyor ne düşündüğü önemseniyor, kimisinin önemsenmiyor. Toplumsal bir rolün bana verilmiş olması nedeniyle öncelikli soru sorulanlardan birisiyim. Oradaki vazifem ülkemin meselesini söylemek, açıkça konuşmak olmalı diye düşündüğüm için söyledim. Sadece taraf olmak değil, ayrıca da tarafım, başından itibaren tarafım.
Ben Türkiye’de en büyük problemin Kürt meselesi olduğunu 1989 yılında Diyarbakır’a giderken de düşünüyordum. Fakat orada yaşarken gördüm ki bu sadece Kürt meselesi değil aynı zamanda bir Türk meselesi de…
- Nasıl bir Türk meselesi?
Diyarbakır’da yaşadığım 4 sene çatışmaların en yoğun olduğu dönemdi. E bir de belli ezberlerle gidiyorsunuz ne olduğunu bilmeden. Ama ben orada yürütmeyi, devlet mekanizmasını, neler yaşandığını daha net gördüm ve bu bende sorgulamalara ve hesaplaşma ve yüzleşmelere neden oldu ve bugün bu düşüncedeyim. Kürt meselesinin çözümü de sadece kendi başına değildir. Karşılıklı beraberce oturulup çözülecek bir meseledir, o yüzden bu aynı zamanda bir de Türk meselesidir diyorum.
Bunu söylüyorum “Bu ülkenin ekmeğini yiyorsun da niye öyle yapıyorsun?” falan diye çıkışırlar ya insanlara, ama bu ülkede yaşıyorsan, bu ülkenin ekmeğini yiyorsan önce bunu söylemen gerekiyor. Sonra başka şeyler de söylemen gerekiyor. Ben söylenmesi gerekeni söylüyorum söylemeye de devam edeceğim. Bu mesele hallolana kadar, ömrüm yeterse umarım benim ömrüm içinde çocuğuma kalmadan büyük problemler, en azından bir veya birkaçı halledilir de biraz daha insanca yaşarız umudunu beslemek için bunları söylüyorum, söylemeye de devam edeceğim.
- Umut etmek için cesaret bulaşıcı mıdır sizce?
-Cesaret bulaşıcı mıdır bilmiyorum. Bununla ilgili çok büyük veriler yok elimizde. Ama iyilik bulaşıcıdır, iyi olmaya çalışalım. Birbirimizin derdini fark etmeye, anlamaya, kavramaya çalışalım dert sahibine aittir. Öyle çok fazla ortaklaşılacak bir şey değildir. Ama onun farkında olmak, onunla ilgili bir şeyler yapmaya çalışmak, insanın hayatını manalı kılmak için iyi bir yol, ben bunu biliyorum, başka bir yol da içime sinmiyor.
Hayatta en önemli şey dünyanın en büyük sahnesinde en iyi oyunda başrollü oynamak değil. Benim için en iyi şey karlı soğuk bir havada, kardan, soğuktan şikayet etmeden donan bir kedi yavrusunu bir bankamatik kulübesine ya da telefon kulübesine yerleştirebilmek veya koynuna sokup götürebilmek.
- Ahmet Mümtaz Taylan’ın derdi ne?
Mümkün olduğu kadar az dertli bir dünya, dertsiz dünya olmaz, dertsiz insan da olmaz. Kendi başımıza halledebileceğimiz kadar problem yaratalım. Birlikte yiyelim, bazımız biraz daha fazla yemiş, biraz daha az yemiş, dünyanın sonu değil. Ama kimse başkasının kararı ve yöntemleriyle aç kalmasın. Çünkü hiç kimse o kadar önemli ve kuvvetli, vazgeçilmez değil. Zaman bunu gösterdi.
Bir gün gelir, herkesten ve her şeyden vazgeçilir.
- Koparılması gereken nefret dilidir
-Sezen Aksu’nun hedef gösterilmesi ve dil koparılması sözü ne demek?
Sen beni sezemezsin/
Dilimi ezemezsin/ nereye baksam acı/ kim yolcu kim hancı/ dur bakalımm..
Hepimizin Sezen’i sözünü gene çok güzel söyledi.
Burada koparılmasını dileyeceğimiz bir dil varsa o da nefretin dilidir…
Kaynak: https://yeniyasamgazetesi2.com/bu-dusmanlik-politikasi-yenilecek/