Zeynep Oral’ın Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazısını okurlarımızla paylaşıyoruz:
Tiyatro sanatıyla bir nebze ilişkisi olanlar, Ariane Mnouchkine’i bilecekler: O, 20. yüzyıl tiyatrosuna damgasını vuran; 1964’te Paris’te kurduğu “Theatre du Soleil” (Güneş Tiyatrosu) ile geniş kitlelerin önünü aydınlatan; popüler tiyatro akımına sınıf atlatan; sahnede emeği savunup haksızlıklara meydan okuyan; klasiklerden (Shakespeare’ler, Moliere’ler, Klasik Yunanlar), tarihsel oyunlardan günümüzün toplumsal sorunlarına uzanan bir çizgide, her oyunuyla tiyatro sanatını bir sevince, yaşama sevincine dönüştüren bir büyücü…
Bu büyücünün yukarıda bir çırpıda özetlediğim gerçeklerine şunu eklemeliyim: Bir büyük başarısı da, neredeyse 60 yıldır, 60 kişilik bir ekip çalışmasını ve yaratıcılığını (elemanlar değişse bile) gerçekleştirdiği, herkesin her işi birlikte yaptığı muhteşem bir mekânda (orman içindeki eski bir cephanelikte – Cartoucherie’de) sürdürmesi.
ALTIN ADA RÜYASI
Bugün Ariane Mnoucshkine 84 yaşında. Salgın sonrası tiyatrosunu tüm ekibin yazdığı “l’Ile D’ore” (Altın Ada) oyunuyla açtı. (Oyunu Japonya’nın Sado Adası’nda hazırlayacaktı ama salgın engel oldu!) Eskisi gibi, her seansta, seyircilerini kapıda kendisi karşılıyordu.
Altın Ada, bir rüya, bir düş. Bomboş dev bir sahnede hasta yatağında genç bir kızın gördüğü rüya… Yeryüzünün tüm kötülüklerinden, rezilliklerinden arınmış bu adadaki koca boş hangarda Cordelia’nın gördüğü bir düş… Ama hasta bile olsanız, 21. yüzyılda, savaşlardan, yıkımlardan, salgınlardan, doğal ve doğal olmayan afetlerden, insanın korkunçluğundan, açgözlü çıkarcı muhteris politikacıların ve işadamlarının hırslarından, yalanından, talanından uzak kalmanız mümkün mü?! Bu rüya, dünyanın metaforundan başka bir şey değildi!
Cordelia, yeryüzünün korkunçluğuna karşın bir tiyatro festivali düzenlemeye karar veriyor. Tüm kötülüklere, çirkinliklere, rezilliklere karşı tiyatro! Ve hangara tiyatrocular geliyor! Kendi sorunları, kendi oyunları, kendi yöntemleri, tarzları, manifestoları ve kendi umutlarıyla…
TİYATRO SANATINA SAYGI
Oyunun içeriğiyle ilgili bu kadar bilgi yeter. O boş hangarı, simsiyah giyinmiş “Ninja”lar ha bire yeniden şekillendirdiler. Her an sahneye gölgeler gibi sızarak (bence fazla sık…) el çabukluğuyla yerleştirdikleri ahşap platformlarla minik sahneler kurdular. Bunlarda birbirinden farklı sahneler / tablolar izledik. Kabuki ve No gibi geleneksel Japon tiyatrosunun yanı sıra farklı disiplinler vardı.
Oyunda yok yoktu: Adeta Babil kulesi: İsrail-Filistin çatışmasından ekolojik problemlere, Rus oligarklardan Latin Amerika mafyasına, Taliban’ın tehditlerinden Fransız sanayicinin talanına birkaç dilde gidip geldik. İngilizce, Çince, Rusça, Arapça, İbranice ve devrik Fransızca… Cordelia “Burada acayip bir Fransızca daha doğrusu Japonca konuşuluyor ve ben tuhaf bir biçimde anlıyorum” gibi açıklama bile yapıyordu…
Görsel olarak hangarın pencerelerinden içeri fırtınalar girdi. Sis, yağmur, doludan göz gözü görmedi. Adaya vapurlar çarptı, helikopterler indi. Geceyle gündüz, baharla kış yer değiştirdi, volkanlar patladı. Denizin dalgaları az kaldı adayı (umutları) yutacaktı.
Neyse ki bunlara karşın müzik, şiir vardı, aşk, dayanışma vardı ve tiyatro vardı. Bunların hepsinin var olabilmesi için özgürlük vardı.. Bunlara sarılan oyuncular vardı.
“İyiler” ve “kötüler” bunca ayrılmasaydı; bu yolculukta arada kaybolmasaydık vb. gibi düşüncelerimi kovdum kafamdan. Çünkü Mnouchkine’in “Belki de bu benim son eserim; ondan tüm düşlerimi kattım” sözlerini duyuverdim.
Ütopik bir yolculuğun destansı dışavurumunu izlemiş, tarihsel bir ana tanıklık etmiştim. Belki de bir efsanenin son eserine…