Yazar, Botter Apartmanı ile kurduğu şehir-mekân-hatıra üçgenini bu kez daha da derinleştiriyor ve İstanbul’un tarihî belleğinde yankılanan bir kadının iç dünyasına ayna tutuyor. 1970’li yılların politik çalkantıları, toplumsal baskılar ve bireysel özgürlük mücadelesi içinde, hem dönemsel hem de evrensel bir kadın hikâyesi anlatıyor: Nilüfer’in hikâyesi.
Roman, klasik bir aşk anlatısının çok ötesinde konumlanıyor. Markiz’deki Kadın, bir kadın karakterin aşkla, aileyle ve toplumla verdiği hesaplaşmayı, derin bir vicdan hikâyesine dönüştürüyor. Nilüfer karakteri yalnızca bireysel bir geçmişin değil, aynı zamanda bir kuşağın bastırılmış seslerinin, suskunluğa mahkûm edilmiş arzularının taşıyıcısı. Anlatının kalbinde yer alan Markiz Pastanesi, Mısır Apartmanı ve Sansaryan Han gibi mekânlar yalnızca fiziksel zeminler değil, romanın atmosferini şekillendiren birer anlatı öğesi olarak işlev görüyor.
Ayşe Övür’ün anlatımı, mekânları neredeyse karakterleştirerek özgün bir estetik kuruyor. Markiz Pastanesi’ndeki İlkbahar Panosu’nda resmedilen kadına yüklenen anlam, bir simge olmaktan çok daha fazlası: Nilüfer’in içsel yalnızlığının, direnişinin ve aşkın bedeline dair kaderci bir kabullenişin izdüşümü. Özellikle Nilüfer ile Selim arasındaki sarsıcı diyalog, bir aşkın vedasından çok, bir ideolojik karanlığın içinde verilen ahlaki bir sınavı andırıyor.
Romanın en güçlü yönlerinden biri de, kadın karakterler arasındaki ilişkileri çok katmanlı bir biçimde ele alması. Nilüfer ile annesi Aliye Hanım arasındaki gerilim, göç, sınıfsal yükselme arzusu ve bireysel özgürlük arayışı bağlamında derinleşiyor. Özellikle Mısır Apartmanı’nda dikilen elbiselerin, dönemin toplumsal kodlarını taşıyan bir tür metafora dönüşmesi, romanın gündelik hayatla kurduğu ince bağı güçlendiriyor.
MASKE Mİ YOKSA DİRENİŞ BİÇİMİ Mİ?
Övür’ün dil kullanımındaki ölçülülük ve şiirsel yoğunluk, anlatıya estetik bir derinlik kazandırıyor. Yazar, dramatik öğeleri ajitasyona düşmeden sunmayı başarıyor; duyguları estetize ederken okuru boğmadan yönlendiriyor. Nilüfer’in yüzündeki tebessümün ardında taşıdığı yük, romandaki en çarpıcı metaforlardan biri hâline geliyor: Bu tebessüm, bir maske mi yoksa bir direniş biçimi mi? Bu sorunun cevabı her okurda farklı bir yankı bulacaktır.
Markiz’deki Kadın, aşkın yalnızca bireysel değil, toplumsal bir mesele olduğunu hatırlatıyor. Kimi zaman bir kardeşin canını, kimi zaman bir annenin onurunu, kimi zamansa bütün bir toplumun yükünü omuzlayan kadınların hikâyesini anlatıyor. Ve bu anlatının merkezinde, sessizliğin bile yankılandığı bir İstanbul var: Taşları kadar hatıralarıyla da ağır bir şehir.
Sonuç olarak Ayşe Övür, bu romanıyla edebiyatımızda kadınlık hâllerini tarihsel, toplumsal ve bireysel düzlemlerde başarıyla işleyen güçlü bir metne daha imza atıyor. Markiz’deki Kadın, okuruna yalnızca bir dönem portresi değil, aynı zamanda varoluşsal bir soru da bırakıyor:
Bir insan, sevdiklerini kurtarmak uğruna kendinden ne kadar vazgeçebilir?