21 Mayıs günü yayımlanan Viyana’nın Asırlık Sahnelerinde Çağdaş Yorumlar başlıklı yazım üzerine bir e-posta gönderen bir dostum, “Peki, hazır Viyana’dayken müzikli bir oyun izlemedin mi – hani nerede opera, operet, müzikal?” gibi bir serzenişte bulundu.
Haklı aslında – ve gerçekten de bu kez iki müzikal izledim, ancak anlaşılan, bu kentte salt opera veya operet ile yetinmek gerekiyor! Nedeni de şu: Viyana’daki Staats-(=Devlet) ve Volks-(=halk)oper, yüzyılların deneyimleriyle bu işi çok iyi biliyorlar – “müzikal işi” ise ne yazık ki bu kente uymuyor!..
Birincisi, (acaba telif nedenleriyle mi, bilemiyorum) yeni müzikallere hiç el atılmıyor orada – Volksoper’de yıllardır My Fair Lady, West Side Story veya Cole Porter’in yapıtlarıyla (üstelik Almanca dilinde!) yetinmek durumunda kaldık; keza üç ayrı ve yine asırlık müzikholü işleten “Vereinigte Bühnen Wien” kurumunda da son yıllarda izlenen en “yeni” yabancı müzikal Cats idi!
Biz de “daha yeni” (!) bir şeyler izleyelim amacıyla, ilkinde La Cage aux Folles (“Çılgınlar Kulübü”) ve diğerinin görkemli Raimuntheater’ın sahnesinde Miss Saigon müzikallerini denemiş olduk…
Beklentileri pek şaşırtmayan bir yorum
Çılgınlar Kulübü’nün özgün tiyatro yapımını yıllar önce Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu’nda izlemiş olanlarınız vardır – onu kendi türünde bir yenilik getiren, olağanüstü bir seyirlik olarak anımsıyorum! 1973 yılında Paris’te ilk gösterimi yapılan, Jean Poiret’nin kaleminden gelen fars türündeki bu oyun, Jerry Herman’ın ezgi ve sözleriyle bir müzikal olarak on yıl sonra Broadway’de sahnelenmişti. Orada dört yıl perde indirmemiş ve birkaç Tony ödülü de almış, ancak yüzyılın en başarılı müzikalleri arasına girememiş olan La Cage aux Folles, 1991 yılında Almanca olarak Viyana’daki Volksoper’de gösterilip orada da çok beğenilmişti.
O dönemin sahnelenişine tanık olmamıştım – ve umarım, giysiler ile danslar bugünkü yorumda olduğu kadar (“kitsch”e varacak derecede) abartılı değildi… Volksoper’den alışık olduğumuz, Orta Avrupa’nın sağlam kaynaklarına dayanan bu etmenler, şimdi aşırı bir Amerikalılaşmaya özenmekle, düpedüz rahatsız ediyor! Bu müzikalde, daha sonra Gloria Gaynor’un dünya listelerine taşıdığı ve uluslararası bir gay ezgisine dönüşen “I Am What I Am”, akıllarda kalmış tek şarkı olmakla birlikte, Lorenz Aichner’in yetkin orkestrasyonu, öne çıkan tek özellik değildi kuşkusuz: Viyana’yı yıllardır mekân seçmiş olan Amerikalı müzikal sanatçısı (Mr.) Drew Sarich, oyundaki kabare yıldızı, erkekten dönme Zaza olarak sesiyle, kıvraklığı ve “dişiliği” ile bu müzikalin de yıldızı olmayı başarıyor. “Eşi” rolündeki Viktor Gernot ise, Avusturya sahneleriyle TV’lerinin sevilen kabare oyuncusu olarak, Sarich’in gölgesinde kalmıyor diyebiliriz…
Özetle, “casting: yerinde; koreografi, yönetim ve sahne tasarımı: orta; giysiler: başarısız ve müzik: yetkin” gibi kişisel değerlendirmemle Volksoper’den çıkarken çok daha doyurucu akşamlar geçirmiş olduğumuzu belirtebilirim…
Vietnam Savaşı’nda bir Madama Butterfly…
Les Misérables müzikalinin başarısının ardından, onu aynı türde bir yapıt ile taçlandırmaya çalışmış olan Alain Boublil (metin) ve Claude-Michel Schönberg (müzik) ikilisinin 1989’da London West End ve 1991’de N.Y. Broadway’de gösterime giren Miss Saigon, otuz yıl sonra nihayet Viyana’da! Birçok büyük müzikalin yönetmenliğini yapmış olan Laurence Connor’un elinden gelen bu oldukça yeni yapım, pandemi nedeniyle ancak birkaç ay önce Avusturya izleyicilerine ulaşabildi ve buradaki eleştirmenler tarafınca karışık yorumlarla karşılandı. Kimilerine göre görkemli bir müzikal yapım ile katıksız tiyatronun bir harmanlaması olarak görülürken, bazıları savaş gibi acı olayların “hafif müzik” ile çerçevelenmesini doğru bulmuyor!
Bilindiği gibi, bu müzikalin öyküsü, Vietnam’da savaşan ABD’li bir asker ile yerel bir hayat kadını arasındaki ilişkiyi kapsarken, sevgilisi Kim’i ülkesinde bırakmak “zorunda kalan” Chris, onun kendisinden bir çocuk doğurduğunu birkaç yıl geçtikten sonra öğrenince, Amerikalı eşi ile Uzak Doğu’ya gidip, üç yaşındaki oğluna kavuşmaya çabalıyor… Pierre Loti’nin bir öyküsünden esinlenmiş görünen G.Puccini’nin Madama Butterfly operasının 1970’lere taşınmış konusu, uyarlanmış olduğu bu özgün yapıtlardan çok daha “dramatik” bir şekilde gelişiyor. Özellikle savaş sahneleri ve koca bir helikopterin bir yansımadan evrilerek dev cüssesi ile sahnede belirişi, konuya ilginç bir gerçekçilik kazandırmakta – öte yandan barları ve pavyonlarıyla Saygon’un gece hayatı da ustalıkla kotarılmış…
Bu gösterimin yerel yönetmeni Jean Pierre Van Der Spuy olmasına karşın, aynı oyunu ikinci kez New York, Londra ve ayrıca Tokyo’da da sahnelemiş Laurence Connor’un imzası sürekli olarak hissedilmektedir. Başrol oyuncularına gelince – Viyana sahnelerinde pek sevilen Oedo Kuipers (Chris) ve kariyerinin daha başlangıcında olan Vanessa Heinz (Kim), birbirlerine çok uymuş görünmekle bazı sahnelerde neredeyse bir oda tiyatrosu yetkinliğini sergiliyorlar. Diğer “çiçeği burnunda” bir oyuncu olan Christian Rey Marbella’nın kötü karakter “Engineer”i canlandırması da, birazcık aşırıya kaçmakla birlikte, çok başarılı.
Oyunu izlerken, kusursuzca çalışan bir makine görüyor gibisiniz – bunu da yılların verdiği profesyonelliğe borçludur Miss Saigon’un sahnelenişi: Bir yandan kentin batakhaneleri ortamında tıkır-tıkır çalışan fahişelerin devinimleri ve ustalıkla sergilenen danslar, diğer yandan ABD ordusunun biraz da gülünç addedilen geçit törenleri, nihayet savaştan yenik çıkmış Amerikan askerlerinin kenti terk etme telaşı – ve ortalarında şaşkın Chris ile Kim çifti…
Herbert Pichler’in yönetimindeki orkestra, Les Misérables müzikalinde beğendiğimiz ezgilerine yenilerini katmış olan Claude-Michel Schönberg’in (bana kalırsa, sesi gereğinden fazla yükseltilmiş) müziğini yine aynı profesyonellikle çalıyor – ancak “The American Dream” parçasının dışında, kulağa “hoş gelen” ezgiler pek az.
Oyunda anlatılanların neredeyse elli yıl gerisine uzanmasına karşın Laurence Connor, Boublil/Schönberg ikilisinin otuz yıl önce kaleme aldıkları bu müzikalin yorumunu olduğunca çağdaşlaştırmaya çalışmış – ve buna hiç kuşkusuz günümüzün elektronik ve bilgi-işlem uygulamaları büyük çapta destek olmuş. Ne var ki tüm bu teknoloji, insanın aklına şu soruyu getirmiyor değil: 1904’ten gelme Madama Butterfly operasının yalın ancak görkemli müziği mi daha etkileyici, yoksa bir yüzyıl sonra kotarılmış bu “müzik”al mı?