Can Doğan denildiğinde ilk akla gelen oyuncu, yönetmen, yazar, çevirmen, seslendirme sanatçısı, radyo program yapımcısı ve sunucusu, arşivci, belgeselci, eğitmen Can Doğan‘dır, öyle değil mi? Dahası da var aslında. Tümüyle yapay zekâ ile hazırladığı “Macbeth Rock Opera”, “Kuvayi Milliye Destanı”, müzikler…
Can Doğan‘ı esprileri, neşesi, hayata boşvermiş gibi gözüken tavrı, Mevlüt Demiryay‘ın ardından yazdığı mektup, o üç bölümlük Darülbedayi Belgeseli(*) ile tanımıştım. Tabii, çok daha öncesine gidersek “Antonius ve Kleopatra” (Can Doğan’ın İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda rol aldığı ilk oyun), “Biz Aşağıda İmzası Olanlar”, “1793”, “Deli Bal”, “Gazete Gazete”, “Aç Sınıfın Laneti”, “Montserrat”, “Vişne Bahçesi”, “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı”, “Aile Şerefi”, “Müfettiş”, “Öyle Bir Sevgi Ki”, “İhtiras Tranvayı”, “Koca Sinan”,” İkinci Ses”, “Bir Yaz Gecesi Rüyası”, “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz”, “Romeo ile Juliet”, “Şahane Züğürtler”e uzanır bu tanışıklık. Bunlar benim izlediğim oyunları. Dahası da var: “Kral Lear”, “Çizgilerle Nazım Hikmet”, “Barış Gezegeni”, “Kuklacı”, “Fareli Köyün Kavalcısı”, “Afrikalı Peygamber”, “Rüyaların En Güzeli”…
Ve şimdi nasıl hatırlamam, yazıp yönettiği “Devr-i İstanbul”u?
Yönetmenlik dedim de, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları, Müjdat Gezen Sanat Merkezi, Tiyatro Odası, Yasemin Yalçın Tiyatrosu, Uygur Sanat Tiyatrosu, Savaş Dinçel Tiyatrosu, Paldır Kültür Tiyatrosu, Gebze Belediye Tiyatrosu, Ağustos Kültür Merkezi, Sermet Erkin Tiyatrosu’nda pek çok oyun yönetti Can Doğan.
“Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi”, “Çin Kahvesi”, “Beş Katlı Binanın Altıncı Katı”, “Ali Baba ve Kırk Haramiler”, “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım”, “Kurbağa Prens”, “Ayrılıktan Sonra”…
Karşımızda duyarlığı, inceliği, sanata sığınmışlığıyla Can Doğan vardı… Gözlerinin içi gülüyordu anlatırken, bazen belli belirsiz yağmur bulutları dolaşıyordu yüzünde. Yıldızlı sonsuzluklara uğurladıklarımızı yad ettik. Gerçeğin içindeki hayalle, hayalin içindeki gerçekleri düşündük arada. Bugünle tüm zamanların birbirine karıştığı anlara dokunduk özgürce.
“İnsan yaşadığı çağdan sorumludur. Ve tanık olduğu bütün savaşlardan, kıyımlardan, yokluklardan, baskılardan sanıktır,” diyen Sennur Sezer‘e kulak verdik. Her röportajda olduğu gibi art arda çağrışımlar, izdüşümler, hatırlayışlar, başa sarışlar, geri dönüşler de yaşadık beraber. Fenerbahçe Tiyatrosu’nun gişesinde bilet sattık, para saydık mesela.
“Yıldız Kenter, Osman Görgen, Doğan Bavli, Savaş Dinçel, Yalçın Akçay, Metin Çoban, Sezai Altekin ve daha niceleri aramızdan ayrıldı.Git git eksiliyor, kayboluyoruz. Şimdi düşünüyorum da sanki senelerce evvelmiş gibi tüm o oyunlar, provalar, kulis sohbetleri yada dün, az önce, şu an…”

Susuyor birden. Gözlerinde yakamoz ışıltısı… Gözlerinde kahkahası kaçmış sevinçler… Yanağına düzelen o gözyaşı damlası… Hayatından akıp geçmiş repliklere, notalara sığınma zamanı yeniden.
“İstanbul ve Marmara Üniversiteleri’nde Türk Dili ve Edebiyatı eğitimini tamamlamadan bıraktım. İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’dan mezun olmama haftalar kala Yıldız Kenter’e kızıp, okulu terk ettim.”
Ne tuhaf, Hakan Altıner de Yıldız Kenter kendisine başka bir rol verdi diye tiyatrodan ayrılıp, tam sekiz buçuk yıl sahneden uzak kalmış. Can Doğan konservatuvara veda etmiş. Yirmili yaşların hezeyanı diyelim. “Gençlik başımda duman” vaziyetleri diyelim, en iyisi… Zaten yaşadıkları pişmanlık da cabası.
“Yıldız Kenter ile hoca ve öğrenci ilişkimizi karşılıklı nefret olarak, tanımlayabilirim. ‘Hırçın Kız’da bana Petruchio rolünü vermişti. İzledi, beğenmedi. ‘Aşk nerede, yahuuu caniko?’ dedi. Çok üzülmüştüm. Neyse, lafı uzatmayayım, ‘Othello’ yu sahneliyoruz. Othello romantik bir aşık, onda şüphe yok…Yıldız Hoca’nın benden beklentisi (icab-ı halinde) öküz gibi oynayabilmekti… Bir tür tersinleme istemişti yani…”
Yıldız Kenter, yine olmadığını belirtiyor. İçine sinmiyor bu yorum da, beğenmiyor.

“Yıldız Hoca bizi hep farklı, kavisli, ters yollara iter, sorgulamamızı, araştırmamızı, merak etmemizi ve sonuçta doğru çıkışa ulaşmamızı isterdi. Çok büyük bir değerdi. Tek Kutup Yıldız’ımızdı. Hayalim, Bebek Park’ına heykelinin dikilmesi. Düşünsene, ‘Ben Anadolu’ oyunundaki kostümüyle, kocaman bronz bir heykel.”
“Hep derim, Cüneyt Gökçer, Yıldız Kenter, Müşfik Kenter bize öyle bir sermaye bıraktılar ki, harca harca tükenmiyor.”
Hakan Altıner‘in bir cümlesi geliyor aklıma: “Bugün evime ekmek götürebiliyorsam bunu önce Yıldız Kenter’e borçluyum.”
Can Doğan‘ın tiyatroya olan ilgisi Kabataş Erkek Lisesi’nde yönettiği ve rol aldığı İngilizce bir oyunla başlıyor.
“Ağzı laf yapan biriydim.”
Ağzı laf yapan o genç adam bir süre amatör tiyatrolarda çalışıyor. Zaman içinde önemli ustalarla tanışıyor. Örneğin Cahit Kök ona ışık düzenini öğretiyor.
“Gerektiğinde son ampule varıncaya kadar, öyle bir ışık sistemi kullanırım ki, Broadway gözümü yesin…”

“Biz Aşağıda İmzası Olanlar”da tek repliği (“Çarşafı ver babalık“) olan Can Doğan, “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı”nda Vizental Efendi’yi yaşar kılar.
“Aynı oyunda, bir dönem, Sezai Aydın’ın rahatsızlanması nedeniyle, onun yerine Küçük İsmail karakterini üstlenmiştim.”
Claudine, Yanko, İbiş…
Can Doğan kendisini “sahne sanatkârı” olarak tanımlıyor ve tiyatronun bir çerçeve olduğunu o çerçevenin bir ucundan tutulması gerektiğini söylüyor.
“Genelde figüranın bir basamak üstünde roller oynadım… Benim için aktörlük duygudan ziyade mantık, matematik işidir…”
“Fazıl Hayati Çorbacıoğlu’nun yazdığı ‘Koca Sinan’ı yönettiğimde sadece otuz iki yaşındaydım. Ve benden yaşça büyük Mazlum Kiper, Yalçın Akçay, Doğan Bavli, Kahraman Acehan provalar boyunca bana hep ‘Can Bey’ şeklinde hitap etmişlerdi. Darülbedayi’nin saygısı, diyelim…hepsi birbirinden değerli, güzel insanlardı.”
“Bak, Ani İpekkaya’yı hatırladım şimdi. ‘Aç Sınıfın Laneti’nde öyle bir rol çıkartmış, öylesine sahici, inandırıcı bir illüzyon yaratmıştı ki sahnede.”

“Konuştukça hatıralar istila ediyor. Zafer Hilmi Şahin ‘Mesut İnsanlar Fotoğrafçısı’nı yönetmemi istiyordu. Gönüllü mü değildim, kararsız mıydım, bilmiyorum.Nasılsa beğenmez, kabul etmez, ben de bu projeden, kolayca sıyrılmış olurum düşüncesiyle, teksti Arda Aydın’a yolladım. Okur okumaz arayıp ‘Ne zaman başlıyoruz’ demesin mi?”
Arda Aydın‘ın üst düzey kusursuz yorumu, Can Doğan‘ın çok başarılı rejisi, dekoru, ışık tasarımı ve tabii şarkılarıyla ‘Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi’ defalarca izlediğim oyunlardan biri olmuştu.
“Hüznün yarısı cebimde
Hayatın izleri kırık dökük zihnimde
Çekip gidince uzaklara
Sıla hasreti çöker boğazıma…”
Bir gün aldığı ödüllerin çoğunu koliye doldurup bir çöp toplayıcıya bırakıyor Can Doğan… Bir başka gün, elinde havlu, yetenekleri nedeniyle hayranlık duyduğu dört isimden biri Yiğit Sertdemir (diğerleri Arda Aydın, Mert Turak, Serdar Orçin) ile ‘Cyrano de Bergerac’ projesinde çalışırken, Sertdemir’in terini siliyor Can Doğan. Tiyatroda en önemli detayın görmekten de öte, bakmayı bilmek olduğunu yineliyor sık sık.
Yavuz sorularını yöneltmeden, yani ben aradan çekilip, sözü Can Doğan ve Yavuz Pak‘a bırakmadan son iki sorumu soruyorum.

Pınar Çekirge – 24 Haziran 2164 tarihinde yani iki yüzüncü yaş gününde nasıl hatırlanmak istersin?
Can Doğan – ‘Çok çalıştı… Zaten, hayatı boyunca çalışmaktan başka bir şey bilmedi,’ desinler yeter.Öldüğümüzde, nasılsa her şey yarın kalacak… ‘Vişne Bahçesi’, ‘Hamlet’ yarım kalmadı mı? Her yarım kalan bir başka yarım kalmışla bütünleşecek zaman içinde. Sanat hiç bitmeyecek.
Pınar Çekirge – Buğulu bir pencere camına ne yazardın?
Can Doğan – Kalp çizerdim o kadar.
Pınar Çekirge – Can, bir itirafta bulunayım mı?
Can Doğan – Tabii, buyur.
Pınar Çekirge – Hayatım boyunca hep bir filmde rol almak istemiştim. Hatta sekiz yaşındayken Filiz Akın, Ediz Hun ile başrolleri paylaştığım film senaryoları yazardım. Belki Yeşilçam melodramların da değil ama sayende, varsın yapay zeka katkılı olsun, ‘Macbeth Rock Opera’nın kadrosunda onca değerli ismin arasında yer buldum ya, gözüm açık gitmeyeceğim. (Karşılıklı gülüşmeler)
Ve söz Yavuz Pak’ın…

Yavuz Pak – Belgesel tiyatronun dünyadaki ve Türkiye’deki en iyi örnekleri hangileri sizce? Belgesel tiyatronun tiyatro tarihi içindeki yeri ve önemi nedir?
Can Doğan – Tiyatronun belgeseli yapılabilir. Ama belgeselin tiyatrosu yapılabilir mi, bu konuda ciddi şüphelerim var. Tiyatro her şeyden önce bir kurgu sanatıdır, belgesel ise belgelere dayanır… Sahne belgesellerin yeri değildir bence.
Yavuz Pak – Belgesel yapmanın en zor yanı nedir? Bir tarihçi gibi, subjektif olmaktan uzak durmayı nasıl başarabilir belgeselci?
Can Doğan – Subjektif olmak gerekli mi, diye düşündüm bir an. Netice itibarıyla dünyaya yönelik bir bakış açımız var, sorduğumuz sorular, değindiğimiz noktalar, elde ettiğimiz bulgular ister istemez süzgecimizden geçiyor… Bu bağlamda nesnel kalabilmenin pek kolay olmadığı kanısındayım. Belgesel yapmanın asıl zor yanı, işin başında adeta bir okyanusa dalıyorsunuz ve dipte neye ulaşıp, ulaşamayacağınızı tam olarak, bilemiyorsunuz. Dramatize belgeseller yaptığım için kaynaklara hep sadık kaldım, diyebilirim.
Yavuz Pak – Bir kurum tiyatrosu sanatçısı olarak ödenekli tiyatroların özerkliği hakkındaki düşünceleriniz?
Can Doğan – Şu kadarını söyleyeyim, tiyatro canlıdır, devingendir ve asla zapturapt altına alınamaz…elindeki gücü kullanıp, tiyatronun sesini kesebileceğini sananlar tarih boyunca yanılmıştır.

Yavuz Pak – Holdingler tarafından desteklenen ve büyük prodüksiyonlar üreten sahneler ekonomik krizde dahi dolup taşarken, alternatif/bağımsız tiyatroların ciddi seyirci sorunu yaşamalarını neye bağlarsınız?
Can Doğan – Öncelikle bağımsız tiyatroların gelecekte çok daha üretken olabileceklerini, söylemek istiyorum. Elbette büyük holdinglerin gerçekleştirdikleri dev bütçeli yapımlar mevcut… Ancak o salonları dolduranların ne kadarı gerçek tiyatro izleyicisi, ne kadarı gidip gişeden biletini satın alıyor bunun sorgulanması gerektiğine inanıyorum. Elbette bir holding sahibi olsam, para yatırdığım bir sanat eserinin sönük görünmesini istemem, onun ilgi görmesi için, gerekirse desteğimi çoğaltırım. Aslolan şey sözün var mı, sözünü cesaretle söyleyebiliyor musun ve sözünü dinlemeye gelen var mı? Bizlerin yanıtlaması gereken sorular bunlar.
Vakit günden geceye uzanmakta… Soğuk kırılmış. Yağmur yağmıyor bir türlü.
“Ben fotoğraf çektirmek istiyorum. Güzel olmasını arzu ettiğim bir fotoğraf…” dedim.
Zorla da olsa gülümsemem gerekiyordu. Zorla gülümseyişin ne denli çirkin olduğunun farkındaydım oysa. Güzel, sevinçli şeyler düşünmeliydim. Can Doğan bir an yüzüme baktı:
“Özür dilerim, senin fotoğrafını çekemeyeceğim” dedi.

Haklıydı. “Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi”nde yaşayacak, uzun süre kalacak tebessümlere ihtiyaç vardı çünkü. Mesut insanların dudaklarında sabitlenmiş tebessümler… Candan ya da sığıntı olsa da.
Ziya Osman Saba yıldızlı sonsuzluğa eriştiğinde, şimdiki yaşımdan on sekiz yaş daha gençmiş meğer. Ürperdim.
Sahi, “Ölmek bir son mu, bir başlangıç mı bilemem? Ölüm, ölümsüzlük için küçük bir bedel sadece!”
Bir bedel…
PINAR ÇEKİRGE – YAVUZ PAK
(*) İlk Çeyrek / 1914-1939
Altın Yıllar / 1938-1964
Zor Yollar / 1964-1984
































