Üç yıl önce yıl bugün aramızdan ayrılan usta oyuncu Ferhan Şensoy’u, dergimiz yazarlarından Pınar Çekirge’nin 2000 yılında kendisiyle yaptığı söyleşiyle anıyoruz…
“Geldin, gördün, güldürdün, düşündürdün, kaleminin sapını gülle donattın. Şimdi geçtiğin yolları gülle donatsınlar. Bütün ustaların karşılasın seni. Yolun hep yıldız olsun.”
Özen Yula
*****
Ses Tiyatrosu’nun fuayesinde buluşuyoruz Ferhan Şensoy ile:
“Ben okuduklarımı, biriyle tartışma arzusuyla yanıp tutuşurken birdenbire, üniversiteli bir genç kızın adını duydum. Tanıyan arkadaşlarım var. Telefonu var, Telefon ediyormuşsunuz geliyor. Belli bir seans ücreti var sadece. Onu ödüyorsunuz. Karşılığında bir seans, sizinle istediğiniz konuda tartışıyor. Örneğin, Gustav Flaubert, Freud, Jung… Artık ne isterseniz. Tele-entellektüel kız! Hayır. yanlış anlaşılmasın, karımı aldatmak niyetinde değilim. Karımla mutlu bir birlikteliğim var. Ancak onunla oturup, James Joyce tartışamayacağıma ama göre. Benim de James Joyce tartışma arzumu biriyle tatmin etmem gerektiğini düşündüm. Tele-entellektüel kızın numarasını çevirdim. Kendi telefona değilmiş. Başka bir hanım çıktı. Orası ajansmış. İstenilen konuda tartışmak üzere, istenilen efsafta bir hanım gönderiyorlarmış. Ben, Albert Camus konusunda tartışmak istediğimi belirttim. Ajans Hanım bana, ‘Tartışmacı sarışın mı olsun esmer mi’ dedi. Ulan, ne ilgisi var, oturup Albert Camus tartışacağız, sarışın olsa ne olur, esmer olsa ne olmaz da. Madem para veriyoruz, demek ki seçme hakkımız var diye birdenbire liberalleştim, liberalleşince, doğal olarak küstahlaştım ve kızılşın olsun dedim.“
Ferhangi Şeyler’de zehir zemberek sıralıyor esprilerini, makineli tüfek hızıyla. Sözcükler eğilip bükülüyor. Hicvin sivriltilmiş okları salonda uçuşan kahkahaları avlıyor tek tek.
Erken sönen ışıklar.
Yarının tiyatroya saygılı çocukları O’nun aktör kimliğinden derin anlamlar devşirecekler diye düşünüyorum bir an. Ustalık katındaki oyunculuğu, yazarlığı, yönetmenliği, kendine özgü üslûbuyla O tek. Yeri doldurulamaz. O, Ferhan Şensoy!
Anıların sağanağına tutulmuşçasına anlatıyor. Bazen bir gülümseyişle kırışıyor gözleri. Alnına, saçlarından ince bir ter yürüyor.
Galatasaray Lisesi’nde öğrenci iken kaleme aldığı öykü ve şiirler Soyut, Yeni Ufuk dergilerinde yayınlanıyor. 1968’de belki de hayatının en önemli kilometre taşı olan Haldun Taner ile tanışıyor. Öykü ve şiirler yerini tiyatro oyunlarına, skeçlere bırakıyor usulca. Derken, Fransa, Kanada yılları. Siyah beyaz televizyon ekranından anılarımıza sızmış “Adnan Pazarlama” tiplemesi. Ardından, “Bizim Sınıf”, “Köşedönücü”. Ve oyunlar; ayaktta alkışlanan, kapalı gişe devam eden, tartışılan… “Şahları da Vururlar”, “Üç kuruşluk Opera”, “Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı”, “Köhne Bizans Operası”, “Tuhaf Bir Soruşturma”, “Hayrola Karyola”.
1986’da olay yaratan “Muzur Müzikal” ve bir gece yarısı faili halâ meçhul bir elektrik kontağıyla kül olan Şan Sineması. Yavuz Özkan’ın Büyük Yalnızlık filminde ilk kez komedi oynamayan bir Ferhan Şensoy ve 1980’den günümüze geleneksel Türkiye tiyatrosunun son temsilcisi “Ortaoyuncular”.
Ferhan Şensoy’u dinlerken gözüm duvardaki afişlere takılıyor. Hüzün, bir defa daha budanan kollarının yerine yeni sürgünler verip yeşermekte. Yoksa, ruh üşümesi mi bu? Kim bilir?
Pınar Çekirge: Ortaoyuncular’ı sizden dinlesek?
Ferhan Şensoy: Ortaoyuncular için Türkiye ve dünya tiyatrosundan beslenen çağdaş bir Ortaoyunu sentezidir diyebilirim. Kuruluşumuzdan bu yana, yazdığım oyunların yanı sıra, Brecht, Karl Valentine, Aristofanes gibi uyarlamalarla izleyicimize, başka, farklı pencereler açmaktan hiç vazgeçmedik. Bizi, Şahlan Da Vururlar Tiyatrosu olarak isimlendirmeyi, yaftalamayı yeğleyen kimi izleyici, bu çeşnilerden pek hoşlanmadı. Elinin tersiyle itti. Bu oyunların kimine dudak büktü, hemen dudağa eziyet oldu. İzleyiciye kalsa, sadece Şahları Da Vururlar’ı oynamalıydık. Bu bizi, izleyicinin istediği, benim hep kaçındığım, sittin sene değişik isimlerle aynı oyunu oynayan basmakalıp bir firma tiyatroya dönüştürürdü ister istemez. Bunu yapmadık. Değişik oyunlar kattık repertuarımıza. Çok sesli bir tiyatro olduk gördüğün gibi. Hayır, repertuar sorunumuz hiç olmadı. Hatta oyun fazlamız var, diyebilirim. Düşünsene, “Ferhangi Şeyler”, “Sahibinden Satılık Ortaoyunu”, “Fişne Pahçesu”, “Kahraman Osman”. Seyirci, hiçbir özel tiyatroda böylesi bir uygulamaya alışık değildir. Ne bileyim bir oyun konur, oynanır ve o sezon ya da sonraki sezon kaldırılır. Biz de böyle bir şey yok. Örneğin, “Ferhangi Şeyler” onyedinci, “Felek Bir Gün Salakken” sekizinci yılında.
(Bu söyleşi 2000 yılında yapılmıştır)
Pınar Çekirge: Bu bir rekor olmalı.
Ferhan Şensoy: Guinness Rekorlar Kitabı için bir hayli uğraştılar. Ben olayı ciddiye almıyorum pek. Neden dersen, sabaha kadar işeyen de giriyor o kitaba. Yani salt, sanatsal bir değer, ölçüt içermiyor kesinlikle. Aynı rolü, bildiğim kadarıyla Japon Tiyatrosu’nda bir adam on sekiz bin defa oynamış. Ancak adam neredeyse çocukken girmiş o gruba, ölene kadar da devam etmiş aralıksız. Dünyada kırk yıldır sahnelenen “Fare Kapanı”, “Kel Şarkıcı”, “Cats” gibi oyunlar, muzikaller de var. Ama hep aynı oyuncu rol almıyor bunlarda.. Bir tek oyuncunun 1400’ü aşkın gösteriyi sergilediği bir oyun dünyada var mı bilmiyorum. Doğru, Ferhangi Şeyler hep güncel tutuluyor. Oyun öncesi iki saat kadar gelip çalışıyorum. Önemli gazete haberleri bir yana, oyunun kemikleşmiş bir yanı var ki hep aynı kalıyor. Öyle de olması gerekiyor. Aynı isim, aynı afiş, aynı aktör. Seyirci zevkle izlediği için, her defasında değişik bir oyun seyrettiği duygusuna kapılıyor.
Pınar Çekirge: Çarşamba farklı, Perşembe farklı bir oyunda rol almak zor olmuyor mu?
Ferhan Şensoy: Yoo.. Önemli olan herzaman ilk cümledir. İlk cümleyi hatırlaman yeterli. Önce de seyledim, repertuvar seçimimiz zor olmuyor pek. Ya yazıyorum, ya da uyarlıyorum. Yani, yine Ferhan Şensoy uslûbunda oluyor herşey.. Dahası, Rasim Öztekin, Celal Berk, Levent Ünsal gibi yıllardır beraber çalıştığımız arkadaşlarımız var ki, bunca zaman birlikte sahne alan bir kadro, bırak Türkiye tiyatrosunu, dünya tiyatrosunda bile çok nadirdir. Elbette bir avantaj bu. Biz zaten neyi oynasak bildiğimiz gibi oynuyoruz. Oturmuş bir üslûp var çünkü.”
Pınar Çekirge: Gelelim yüz küsur yıllık, o değer biçilmez kavuğun öyküsüne?
Ferhan Şensoy: Adettir, ustalar çıraklarına armağan verirler. Kimi fesini kimi çakmağını. Örneğin Münir Ağabey bana tespihini vermişti. Hasan Efendi de kavuğunu, “Biz yaşlandık, artık komik sensin diyerek İsmail Dümbüllü’ye bırakıyor. Dümbüllü, seneler sonra, bu kavuğu Münir Ağabey’e vermeyi uygun görüyor. O da zaman zaman, ben dahil çevresindekilere, kime devretsem diye sorardı. Zeki Alasya’ya mı, Metin Akpınar’a mı? Yoksa ikisine birden mi? Kararsızdı. Yıllar geçti. Birlikte “İstanbul’u Satıyorum” adlı oyunda sahne alıyoruz. Oyunun bir yerinde Özal ile ilgili bir espri yaptım. Alkış kıyamet. Aslında Münir Ağabey karşılıklı sahnelerimizde tulûat yapmamamı, o an heyecanlanıp, repliklerini karıştırabileceğini söylerdi hep. Zaten kalabalık kadrolu oyunlarda ise karşımdakini şaşırtmamak adana pek tulûat yapmam. Ne diyordum ,ha? Münir Ağabey cümlesini unutuverdi. Hemen geri dönüp hatırlattım. İşi bağladık. Perde kapandı. Ertesi gün, Münir Ağabey kavuğu getirdi. ‘Komik yeri geldiğinde zart diye esprisini yapandır’ dedi. Ve tiyatromuzun onuncu yılında kavuk bana verildi.
Pınar Çekirge: Kavuk hem devrediliyor anladığım kadarıyla. Peki ya uygun biri bulunmazsa?
Ferhan Şensoy: Dümbüllü, ‘İlle devredilme zorunluluğu yoktur. Münasip biri bulunana kadar beklenebilir’ demişmiş. Münir Ağabey vaktiyle Erol Günaydın’ı vekil tayin etmiş örneğin. Birgün uçakla İzmir’e giderken akıllarına gelmiş, “hass…tir, uçak şimdi düşerse kavuk ne olacak” diye düşünmüşler.
Anlayacağın, kavuk emekli olurken verilen bir şey. Ben de işi bırakırken birine vereceğim ama şimdiden birini aramak gerekmiyor. Dahası, kavuğun devralınma sırasında bazı kurallar var. Kavuğu ille birine devretmek zorunda değilsin. Ölümün halinde kavuğun akıbeti ile ilgili olarak birini vekil tayin edebilirsin. Ben de bir vasiyet hazırlayıp kavuğun içine koydum. Birine teslim edemeden ölürsem, Ortaoyuncular jüri olmak üzere birine versinler dedim. Bu geleneğin sürmesi önemli olan. Hemen altını çizerek belirteyim, öyle bir arayış içinde filan da değilim. Zira bifiil kavukluyum sahnede.
Oyunculuğum daha vitrinde olduğundan olacak, hep yazarlığımın önüne geçmiştir. Ben yazar olarak başladım, öyle de bitirmek niyetindeyim. Bilirsin yazarlık ölene kadardır zaten. Hemen bütün yazarların ardında, yarım kalmış dosyaları, notları bulunur.
Mükemmelliyetçiyim her şeyden önce. Belki de beni dışarıya sinirli, öfkeli diye yansıtan tarafım bu.
Küfür de argo da dilin zenginliğini gösterir. Genel anlamda, dil konusunda da tutuculuğun devamı olarak bazı çevrelerden yakınmalar geliyor arada. Çocuklarının terbiyesinin tiyatroda zedelendiğini sanıyorlar. Oysa ki o çocuk, o sözcükleri çok önce sokakta duyup öğrenmiş oluyor. Kısaca argoda küfür de yaşamda var. Ben de sahnede kullanıyorum. Hepsi bu.
Pınar Çekirge: Sanatçının yaşı var mı? Örneğin Romeo 40 yaşında mı oynanmalı?
Ferhan Şensoy: Genellikle biz tiyatrocuların başına gelmiştir bu. Tiyatroya başladığımızda bize yaşlı karakterleri oynatırlar genelde ve yaşlanmaya başladıkça da genç roller gelir. Böyle tuhaf bir paradoks vardır yani. Oyuncu yıllar içinde deneyim kazanır kuşkusuz. Olgunlaşır. Bu bağlamda, Romeo’nun 40 yaşında bir aktör tarafından oynanması doğrudur. “
Oyunun başlamasına yarım saat kalmış. Ayrılma, gitme zamanıdır artık. Gişedeki Naime bilet soranlara “Hiç yerimiz kalmadı” diyor…
Sulara dökülen mavi, gri gölgeler. Akşam. Yağmur çiseliyor dışarıda. Keşke tan yeri ağarıncaya kadar sürse, sürebilse bu konuşma. Issızlığın aksi düşüyor gözbebeklerine. Yalnızlık çoktandır demir taramakta içinde.
Ve Ferhan Şensoy, gülümseyerek ayrılıyor yanımdan…