Nedret Güvenç (1930-31 Temmuz 2021), Türk tiyatrosunun kuşkusuz en özgün adlarından biri olarak aramızdan ayrıldı.
Onun, somut biçimde ortaya koyup arkasında bizlere bıraktığı “sanatçı kişiliği”nin salt tiyatromuz değil, sanat-kültür yaşamımızın tümü için de örnekçe olduğu çok açık bana göre.
Neden böyle düşündüğümü, aralarında yaklaşık yarım yüzyıl bulunan iki büyük sanat evresi insanlarının, farklı kuşaklara dağılan portresine bakarak genel anlamda karakteristik özelliklerine değgin birkaç vurguyla bunun altını çizip paylaşayım istiyorum.
Nedret Güvenç, sanatçı adayı olarak cumhuriyet tarihimizin yüzyıllık tarihinde sanatsal açıdan her dalın, türün alanını kapsayan bir büyük yükseliş evresine doğdu denebilir pekâlâ. Gerçekten de 1950’ler, demokrasi açısından ne denli olumsuz bir çağrışım getirse de akla, sanatsal açıdan durum bunun tam tersi. Çünkü 1950’ler, farklı sanat dallarında bizi çok renkli, ayrıksı, sıra dışı yönsemelerle buluşturdu, hatta bunlar sanatsal üretimde giderek belirleyene de dönüştü. Etkisini, gücünü o yıllardan bugüne sürdüren, koruyan, yarım yüzyıl sonra da bütün varlığıyla ağırlığını duyuran bir sanat türbini olmayı başardı.
Nedret Güvenç, 1950’de alçakgönüllü bir aday olarak sanat dünyasına gözünü açtığında Türkiye, böylesine büyük bir sanat yükselişi, diklenişi içindeydi işte. Farklı örneklere yer açarak bu yükseliş üzerinde çokça durduğumdan, yazıda ayrıca ayrıntılara germenin gereği olmadığı kanısıyla buna yer açmayacağım.
Meraklılar, Nedret Güvenç’in Aşk Yoksunları (İnkılâp, 2005) adlı kitabından onun bir aday olarak sanata yönelişi, sonrasında özellikle 1950 şahlanışıyla hangi süreçlerden süzülerek nasıl sanatçı olduğunu, bu bağlamda nitelikçe, değerce nerelere geldiğini kendi ağzından okuyabilirler.
1950’ler, özellikle bütün sanat dallarında estirdiği çoksesli fırtınayla yalnız sanat çevrelerinin, sanatsever ortamların değil genelde kamuoyunun da gözlerini açmış oldu. Nitekim Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi Anayasasının yaşandığı 1960’lardaki o büyük uyanış hareketi, buna eklenmiş çeviri eylemi sürerken bile, 1968’in delifişek kasırgasına karşın 1980’e dek yine de sanatta hep 1950’lerin pusulasından yararlanıldı.
1990’dan sonra başlayan dikkat çekici kımıldama, meyvelerini daha çok 2000’lerde vermeye koyuldu denebilir. Nitekim günümüzde tüm sanat alanları yeni yönsemelerle, dalgalanmalar, fırtınalarla 1950 doruğunu görece gölgelemiş konumu sergiliyor. Bu iyi elbette. Ancak 1980 sonrası yaşanan, sanata yansıyan bu yeni çığırın niteliği üzerinde özellikle durulması bana zorunlu geliyor. Çünkü bunu enine boyuna tartışmak sayılamayacak yararlar getirecektir kanımca.
Görsel algının işlevsel açıdan çok öne geçtiği, bu nedenle gerçekliklerin üzerini görece örttüğü bu son yıllarda sanatta teknik mükemmellikle göze girme, daha önceleri oluşup yerleşmiş olan dönüştürümcü temeldeki derinlikli algıyı âdeta ters yüz etti.
Bugün, sanatın her alanıyla dalında, bunların her türünde teknik açıdan, daha doğrusu zanaat bağlamında enikonu bir mükemmellik egemen, hiçbirimiz yadsıyamaz bu olguyu. Ancak sanatsal üretimde, verimde sanatçı adaylarının hatta giderek sanatçıların, âdeta yeni bir zanaat çağına girilmişçesine birörnekleşmesi sanatta kuraklığa dönük işaret olarak alınabilir pekâlâ.
1950’lerde üretilen sanatla 2000’lerde üretilen sanatı genelde birbirinden ayıran görece temel özelliklerin başta gelenlerinin altını böylece çizdiğimi söyleyebilirim.
Yukarıda yazı boyunca getirmeye çalıştığım boyutta olmasa da Nedret Güvenç bunun ayırdında olmalıydı ki, 1980 sonrasında ortaya çıkan birörnekleşme zanaatının üzerinde durmak istemiş, nitekim Dinle Beni (İş Kültür, 2003) adlı kitabını, “Genç Tiyatrocunun Cep Kitabı” olarak nitelemeyi yeğlemişti. 1950’lerde üretilen sanatı 2000’lerde gençlere tanıtıp bunun, üzerinde durulması gereken yanlarına geniş yer açması, onun mesleğine vefa duygusu kadar, ülkemiz sanatçıları için bir yol haritası üretmek anlamına da geliyor kuşkusuz.
O, bir tiyatro sanatçısıydı, oyuncuydu, yönetmendi. Kitaplarından zaten söz açtım, elbet yazardı da. Ama bunlar kadar ayrıca gerek dilimizin İstanbul Türkçesinden esinle güzel konuşulmasında, bunun standart bir Türkçeye dönüşümü için çabalanmasında gerekse tiyatro sanatının bütün boyutlarını kapsayıcı bir kollayıcılıkla alanda uyarıcı işlev için didinmesinde Nedret Güvenç’in adının asla unutulmaması gerekiyor.
Macide Tanır, Yıldız Kenter, Gülriz Sururi, Nedret Güvenç vb. Onlar bir avuç kadındı belki, ama öylesine köklü kavradılar ki sanat toprağını, o toprağı yurt yapan anıt ağaçlara dönüştü her biri.
Yeter ki biz, böyle anıtlara sahip olduğumuzun bilincini taşıyalım.
SADIK ASLANKARA