15 Temmuz 1960’da Antalya/Elmalı’da doğdum. Hem babamın hem annemin ailesi yörük. Babam Antalya’da (Alakır) baraj inşaatında şoför olarak çalışıyordu. Şirket nerede görevlendiriyorsa (Elmalı, Finike…) oraya gidiyordu.
Tiyatroyla ilgim ortaokulda başladı. O yaşlarda sporla ilgileniyordum. Okulun futbol takımındaydım. Şiir okumayı çok seviyordum. Antalya’da ne devletin ne de belediyenin tiyatrosu vardı. Hiç tiyatroya gitmemiştim. Öğretmenim beni tiyatro koluna seçti. Bir yerlerden adını artık hatırlamadığım bir oyun bulmuş. Başlayış o başlayış.
1972’de babama küçük bir el radyosu aldırdım. Geceleri yatmadan önce kısık sesle radyo tiyatrosunu, ardından müzik dinliyordum. Antalya’daki kütüphanede ansiklopedi, Milli Eğitim Bakanlığı’nın gönderdiği kitaplar, tarih atlası, coğrafya atlası vardı, o kadar. Tiyatroyla ilgili bir şey yoktu. Radyo tiyatrosu, tiyatroyla bağ kurabileceğim tek kaynaktı. Haftada bir Cumartesi akşamıydı. Konuşmalar gözümün önünde canlanıyordu. Dinlerken uyurdum. Annem (Elif Şahin) sabah odama gelir, radyoyu kapatır, annemin sesiyle uyanırdım: “Bak yine kapatmamış radyoyu”.
1976’da liseyi bitirdikten sonra Eğitim Enstitüsü’nde girdim. Sınıf öğretmeni olacaktım. 1978’de okulun bitmesine iki ay kala belediyenin ilan panosuna asılan bir duyuru hayatımı değiştirdi. Kanun hükmünde kararnameden bahsediliyordu. İlerde kurulacak Antalya Devlet Tiyatrosu ve Konservatuarı’nda görevlendirilmek üzerine yerinde sınav yapılacaktı. O yıl, Mimar Sinan Üniversitesi Konservatuarı oyunculuk bölümü eğitime başlayacaktı. Sınav için iki parça ve bir şiir isteniyordu.
Babam (Süleyman Şahin) ilkokul mezunu. 1926 doğumlu. Köy Enstitülerine kayıt yaptırmış. Okumaya başlamış. Büyük babam (İbrahim Şahin) vefat edince okulu bırakmak zorunda kalmış. Ben doğmadan önce ölen dedemin adını vermiş. Babam, oğlum öğretmen olacak diye seviniyordu. Antalya Devlet Tiyatrosu’nda görevlendirilmek için tiyatro sınavı açılıyor, ben bu sınava girmek istiyorum dediğimde, “senin hayatın” cevabını verdi. Babam farklı bir kişiydi. Lise 1 deyim. Sömestr döneminde karnemi eve getirdim. İmzalamasını istedim. Notlara bakmadan imzaladı. Dayanamadım. “Sen nasıl babasın?” diye sordum. “Bir hatamız mı oldu?” dedi. “Başka arkadaşlarımın babaları karneyi alır, inceler. Zayıf not varsa, niye zayıf der. Hesap sorar. Sen karneme niye bakmıyorsun.” Babam “Baksam ne olacak ki. Zayıf varsa senin sorunun. Notun iyi ise biz sevineceğiz.” Babam 1979’da emekli oldu. Muratpaşa Mahallesi’nden ev aldı. Emekli olduktan sonra her gün gazete okumaya başladı. Antalya’ya gazeteler üç gün sonra geldiği için üç gün öncesinin haberlerini okuyordu. Annem hiç okula gitmemiş. Ona harfleri ve ismini yazmayı, basit anlamda atabileceği imza öğrettim.
Mezun olduğum ilkokulun müdürü, derslerden sonra sınıfta çalışmama müsaade etti. Sıraları kenara çekip ortada boşluk oluşturdum. Dram olarak Necip Fazıl’ın Bir Adam Yaratmak’tan bir bölüm, komedi olarak Cahit Atay’ın Karaların Memetleri’nden Yangın Memet bölümünü çalıştım. Bir de şiir belirledim. Çevremde sınava hazırlayacak kimse yok. Kendi kendime çalıştım.
Antalya ve çevre ilçelerinden 189 kişi sınava girdi. Bir hafta sonra İstanbul’da sınav yapıldı. Antalya’dan beş kişi, İstanbul’dan yedi kişi kazandı. Böylece Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Devlet Konservatuarı Sahne Sanatları Bölümü’nün ilk öğrencileri oluştu.
Antalya’ya Devlet Tiyatrosu ve konservatuar açma fikri genel müdür Ergin Orbey’indi. 1980 ve 1981’de Antalya’da sınav yaparak beşer kişi daha alacaklardı. Devlet Tiyatrosu açıldığında elde hazır 20 kişi olacaktı. 1980 yılında görevden alınınca bu düşünce devam ettirilmedi. Antalya Devlet Tiyatrosu on yıl gecikmeliyle açılabildi.
İstanbul’da
İstanbul’a gittiğim günü hiç unutmadım: 11 Kasım 1978. Hafif yağmur yağıyordu. Sisin içine indim İstanbul’a. Sadece boğaz köprüsü sisler arasından görünüyordu. Ertesi gün okula ayaklarım titreyerek gittim.
Birinci sınıfa başladığımda sınıfta 12 kişiydik. Meslek derslerinin birinden dahi barajın altında kalırsan okulla ilişiğin kesiliyordu. İlk sene beş arkadaşım elendi. İkinci sınıfa geçtiğimde 7 kişi kalmıştık. 1982’de sadece 6 kişi mezun olabildi.
Antalya’dan sınavı kazanıp konservatuara gidebilen beş kişiydik. Benim dışımda Nihat Yıldırım (Mezuniyetinden sonra beş yıl Adana Devlet Tiyatrosu’nda çalıştı. İzmir Devlet Tiyatrosu’na tayin oldu. İki yıl sonra kalp rahatsızlığından vefat etti. Genetik bir sorun varmış. On yıl arkadaşlığımız oldu. Hiç hissetmedik. Birden bire ortaya çıkmış.) Mesude Şenol (Ankara Devlet Tiyatrosu’nda), Durmuş ve Hasan adında iki arkadaşım ilk sene elendi. İkinci sınıfa geçtiğimizde üç kişi kalmıştık.
İstanbul’daki konservatuar sınavını yedi kişi kazanmıştı. Derya Alabora, Mehmet Gürhan, Cengiz Korucu, Özden Çiftçioğlu, Deniz Akel, Neslihan ve Eray Özbal. İstanbul’dan da Neslihan ve Eray Özdal elendi. İlk yıl toplam beş kişi elenmiş oldu. 1979’da Antalya’dan Musa Uzunlar, Mustafa Avkıran, Mehmet Ali Kaptanlar, Payidar Tüfekçioğlu, Merih Atalay sınavı kazandı.
Hocalarımız ellerinden gelen her şeyi hiç bıkmadan yaptılar. Hakları ödenmez. Hepsi elleri öpülesi insanlar: Müşfik Kenter, Yıldız Kenter, Can Gürzap, Ahmet Levendoğlu, Zeliha Berksoy, Arsen Gürzap, Raik Alnıaçık, Muharrem Çıpa (biz öğrenciyken trafik kazasında vefat etti). Konuk hocalarımız Sadrettin Kılıç, Haluk Kurdoğlu’ydu. Her hocamız farklı oyunlar çalışıyordu. Günde 9 saat, sabah sahne dersleri, öğleden sonra yardımcı dersler oluyordu. Tiyatro tarihi ve teorisi, dekor kostüm tarihi gibi. İlk tiyatro tarihi hocamız Cevat Çapan’dı. Sonrasında Melahat İzgü geldi. Hocaların hocasıdır. Dekor kostüm tarihi dersine Seza Bey geldi. Rahmetli oldu. Almanya’da eğitim görmüş. Almanya’daki kitaplarından edindiği notlarından ders anlatıyordu. O yıllarda konuyla ilgili kitap yoktu. Hocanın anlattıklarını defterime not alıyordum. Dekor ve kostüm bölümlerini ayrı ayrı yazmıştım. Bir arkadaşım dersten kaldı. Eylül’de yeniden sınava girecek. Defteri çalışması verdim. Dersten yine kalınca defteri yırtıp Beylerbeyi’nden denize atmış. Bir sene sonra mezun oldu. Benim defter gitti bu arada.
Yıldız Sarayı Külliyesi’nin içinde eskiden polis okulu olan binada eğitim gördük. Yıldız Teknik Üniversitesi ile aramızda duvar vardı. Serencebey yokuşundan çıkıp külliyenin bahçe kapısının içine girdiğimizde İstanbul’dan uzaklaşıyorduk. Ses yoktu. Bazı oyunların provalarını, sahne derslerini bahçede yapıyorduk.
İstanbul’da öğrenciyken bütün oyunları seyrediyorduk. Hocalarımız AKM’deki görevlilerle bizi tanıştırmıştı. Bunlar bizim öğrencimiz oyunları seyredecekler diye. Nihat ile her hafta bir özel tiyatroya gidip tiyatronun patronuyla tanışıyorduk. Biz konservatuar tiyatro bölümü öğrencisiyiz. Gazanfer Özcan, müdüre “Bu çocukları unutmayın tiyatroya geldiklerinde oyunları seyredecekler” demişti.
Senfoni orkestrasının konseri haftada bir gün cumartesi sabah saat 11.00’deydi. Biletler satışa çıktığı zaman AKM’nin önünde bilet kuyruğu oluyordu. Konserler tıklım tıklım doluyordu. Çoğu konseri büyük salonunun merdivenlerine oturarak seyretmiştim. Büyük salon 1.170 kişilikti.
Öğrenciyken ilk sene yurda başvurdum. Hemen yurt çıkmadı. İki, üç ay kadar babamın Antalya’dan dostu olan bir amcanın damadının evinde kaldım. O yıl Maçka’da Abdi İpekçi Yurdu açıldı. 8 katlı 800 kişilik binaya 300 kişi alındı. O yıllar için lükstü. Sabah iki saat, akşam iki saat sıcak su vardı. Duş alırdık, çamaşırlarımızı yıkardık. 1980’den sonra Kadırga’da bir yurtta kaldım. Ali Düşenkalkar bir sene evinde konuk etti. Yurtta derslere çalışamıyorduk. Ali “Abi ne düşünüyorsunuz, gelin bende kalın” dedi. Onun Kurtuluş’ta evi vardı. Nihat Yıldırım ile birlikte kaldık. Evinde çok rahat etmiştik. Ali ikinci sınıfta, biz üçüncü sınıftaydık. Son sene ben yine Abdi İpekçi Yurdu’nda, Nihat ise kardeşinin evinde kaldı.
Cüneyt Gökçer, Devlet Tiyatroları Genel Müdürü’ydü. 1982. İstanbul’a turne yapılmış, Ankara’ya dönecek. Konservatuara geldi. Biz son sınıfız. Hocalarımız zaten onun öğrencisi. “Son sınıfları tanımak istiyorum” dedi. Sınıfa girdi. “Mezun olanları eşit miktarda Adana ve Bursa’ya dağıtacağım. Adana yeni kuruldu, Bursa’nın da ihtiyacı var” dedi.
Konservatuardan mezuniyet oyunum Buchner’in Leonce ile Lena’ydı. Yönetmen Zeliha Berksoy. Mezuniyetten sonra Devlet Tiyatroları’na giriş işlemlerini İstanbul Devlet Tiyatrosu aracılığıyla yaptık. Antalya’ya gittim. Bir yıl stajdan sonra jürinin önünde sınava giriyorsun. Kazanırsan kadroya geçiyorsun. Kazanamazsan bir yıl daha staj yaptıktan sonra yine sınava giriyordum. Kazanamazsan ilişiğin kesiliyordu.
Beşiktaş’taki postaneden Cumartesi günleri telefon bağlatırdım. Beklerdim. Her hafta ailemle konuşurdum. Onların sesinin duymak istiyordum. İstanbul’a Eylül’de gelip Antalya’ya Haziran’da dönüyordum. Telefon bağlandı. Babama “Mezun oldum. İki gün sonra geleceğim” dedim. Antalya’ya otobüsle gittim. Babamın ilk sözü şu oldu “Var mı başka okuyacağın bir yer?” “Babacım yüksek lisans var. Ama ben meslekte tecrübe edinmek istiyorum. Mesleğimi öğrenmek istiyorum. İşimle birlikte yapabilirsem düşüneceğim. Şimdi tiyatroya girip çalışmak istiyorum” dedim. Babam “Bak sana bir şey söyleyeceğim.” dedi. “Buyur babacağım.” Babam “Ekmek paranı kazanmak için tuvalet temizleyebilirsin. İnsanlık hali. Eğer işin oysa dahi adam gibi ahlaklı şekilde yap” dedi. Bu sözleri duyunca tüylerim ürperdi. Sustum. “İşinle ilgili söyleyeceğim bu kadar.” Babam bir kere bile bana bağırmamıştır. Yüksek sesle dahi konuşmamıştır. Yanında ayak ayak üstüne atamazdım. Halbuki çok serbesttim. Babam hiçbir zaman nasıl davranmam gerektiğini söylemedi.
Tayinler yapıldı. Nihat Yıldırım ve Deniz Akel Adana’ya, Derya Alabora Bursa’ya tayin edildi. Derya staj yaparken istifa etti. Benim tayin yazısı eve geldi, İzmir. İnanamadım. Babama okuttum. “Stajer sanatçı olarak İzmir Devlet Tiyatrosu’na tayininiz yapıldı. 10 gün içinde gerekli belgeleri tamamlayıp görev yerinize gidin” yazıyor. Yanlışlık olmalı. Apar topar hazırlanıp ilk otobüsle İstanbul’a gittim. İstanbul Devlet Tiyatrosu Müdürlüğü, AKM’deydi. Müdür Can Gürzap. Yanına girdim. “Atamalar yapılmış” dedi. Hocam “bakar mısınız yanlışlık var.” Okudu. “İzmir Devlet Tiyatrosu nereden çıktı?” dedi. Hemen Ankara’ya Cüneyt Gökçer’in sekreterine telefon etti. “Kızım stajer sanatçı tayin listesine ulaşabilir misin? Okur musun? Evet, evet. İbrahim? İzmir Devlet Tiyatrosu. Kesin mi? Hocaya (Cüneyt Gökçer) selam söyle” diyerek telefonu kapattı. Bana dönüp “İzmir hayırlı olsun” dedi. Arkadaşlarım Adana’ya, Bursa’ya, Ankara’ya gitmiş. Benim ne işim var İzmir’de. “Hocam beni Adana’ya ya da Bursa’ya aldırır mısınız?” diye sordum Can Gürzap’a, “Hocadan öyle bir şey isteyemem. Neresi uygun görülmüşse oraya gideceksin. İşlemlerini yaptır. Akşam eve yemeğe bekliyoruz.” deyip aşağıya provaya indi. Müdürlüğe belgelerimi verdim. Antalya’ya döndüm. Eşyalarımı topladıktan sonra İzmir’e doğru yola çıktım. Konak Sahnesi’ne gittim. Tayin yazısını sekretere gösterdim. “Seni bekliyorduk” dedi. Müdür Çetin Köroğlu’nun odasına girdim, “Hoş geldin” dedi. Birlikte merdivenlerden indik. Fuayeye, oradan da salona geçtik. Semih Sergen o sırada Fazilet Eczanesi’nin provasını yapıyor. Benim rolümü bile belirlemişler. Çetin Köroğlu, Semih Sergen’e “İbrahim geldi” dedi. Semih Sergen döndü, “nerde kaldın ulan” dedi. İlk tanışmamız böyle oldu. Sanki izin almışım da provaya geç kalmışım gibi karşıladı. “İşlemlerim yeni bitti. Geldim” diye cevap verdim. Sahne amiri Salih Yakın’a “İbrahim’e teksti ver” dedi. Apar topar provaya girince aklımdaki bütün çekinceler silindi.
İzmir’de
Tiyatrodaki arkadaşlarla tanışmaya başladım. Salih Yakın abimizin bankada çalışan arkadaşı Mehmet abinin yanında iki ay kaldım. Sonra ev kiraladım. Bir taraftan da duble bardak çayımı alıyor, tekstimle birlikte bahçeye çıkıyordum. Dalgalar tiyatronun duvarına vururken rolümü çalışıyordum. Tedirginliğimi yoğun çalışarak attım. Bir oyunun provasından çıkıp diğerine giriyor, akşamları da başka bir oyunda rol alıyordum. Nefes almadan çalışıyordum.
Bir gün Mavi Masal çocuk oyununun provasından çıktım. Çay içiyorum. Semih Sergen başka bir oyunun provasına çağırdı. “Hocam üzerimde kostümlerim var” dedim. “Zaman kaybetmeyelim.” dedi. O gün çocuk oyunu kostümleriyle provaya girmiştim. Böyle çalışıyordum.
İzmir Devlet Tiyatrosu’nun Konak’tan başka sahnesi yoktu. 280 kişiliktir. Küçüktür ama çok sıcak bir yapısı vardır. Farklı bir kokusu vardır. Ankara’da Büyük Tiyatro’da aynı koku vardır. Bursa’dayken Büyük Âşıkların Sonuncusu ile Bulgaristan’a gittiğimizde Nâzım Hikmet Sahnesi’nde oyun oynamıştık. Aynı şeyi orada hissettim. Tiyatroda bir koku var. O koku beni cezbediyor. Eskimiş ahşap kokusu ile makinelerin yağ kokusunun karışımı gibi.
İzmir’de çalışırken radyo tiyatrosu yaptım. Radyo tiyatrosu, tiyatroya gitme imkânı bulamayanlar için çok iyi oluyordu. Stüdyoda boş olduğum zaman bazı efektleri yapıyordum. Çok hoşuma gidiyordu. Su sesi, öksürük, yürüme gibi. Tekste ne varsa yapıyorduk. Aksama olursa kesiyorduk, sahne geçişine dönüyorduk. Yeniden kaydediyorduk. Sahne geçişlerinde araya müzik konuyordu. Efektler için ayrı görevliler vardı. Ayak sesi yapar. Kapı kapanır veya açılır.
Pansiyon Huzur’u oynayacağız. Oyuncu ve yönetmen yardımcısıyım. Dekor kuruldu. Provaya gireceğiz. Bir gün sonra genel prova olacak. Dekor şefimiz Sabri abi. Dekorun kurulmasına eşlik ettim. Sabri Abiden keser istedim. “İbrahimciğim keserimiz yok” dedi. “Abi dalga mı geçiyorsun” deyince “Gerçekten keserimiz yok İbrahim” dedi. Sahne amiri Salih Yakın’a seslendim. Konak Sahnesi’nde iki tane loca vardır. İdari kısım sahnenin üst katındaydı. Kapılar açık olunca sesini yukarıya duyurabilirsin. Salih Abi balkona çıktı. İhtiyaç belgesi istedim. Getirdi. “Pansiyon Huzur oyununda kullanılmak üzere üç keser yazar mısın?” dedim. “İbrahim bunlar oyunda kullanılmayacak ki. Yazamıyoruz.” diye cevap verdi. “Abi bütün sorumluluğu üstüme alıyorum. Sen yaz.” Yazdı. Yönetmene imzalattım. Böylece tiyatroya üç keser aldılar. Bursa’da müdür yardımcısı olduğum yıllarda fotokopi kağıdı eksikliğini hissediyorduk. Her tiyatronun ayrı bütçesi olmalı.
1992 yılında askerliği bitirip tiyatroya döndüğümde Her Devirde Adam’da rol aldım. Malcolm Keith Kay’in Türkiye’deki ilk rejisidir. Sonra Mephisto’yu yönetti. Mephisto’nun son oyunundan dekorcu abilerimiz dekorları sökerken “Bu oyun kalkar mı” diye ağlıyordu. Oyunun devamına gişeye bakarak karar veriyor yönetim. Son oyununda bile salon doluysa, o oyun sürmeli.
1994 yılında Uluslararası Gösteri Hizmetleri Şirketi’nin (ITC) sahnelediği Othello’da oynamıştım. Yönetmen Malcolm Keith Kay. İzmir Devlet Tiyatrosu’ndan 10-15 kişi vardı. Arkadaşların büyük kısmı ayrıldı. Üç kişi kaldık. Gürol Tombul, Ümit Bakış ve ben. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü’nden mezun öğrenciler kadroya katıldı. 1995’te Bursa’ya da turne yaptık. 9 kere oynadık. İzmir Devlet Tiyatrosu Müdürlüğü devam etmemize izin vermedi. Hemen provaya giriyorsunuz, iki oyun birden asıyoruz dediler.
“Ne olursa olsun perde açılır” demek yanlış. Övünülecek bir şey değil. 1986 yılında annemi toprağa verdikten sonra Söylev’in provasına gelmiştim. İnsanın acısını yaşamasına fırsat verilmesi gerekiyor. Annem vefat ettiğinde evde kalıp ailemle annemin acısını paylaşmak isterdim.
1990’lı yıllar. Bozkurt Kuruç genel müdür. İzmir Devlet Tiyatrosu’nda bütün çalışanlar toplandık. Genel müdür bizi dinlemeye gelmiş. Tiyatronun eksiklerini konuşmak varken, bir oyuncu abimiz ayağa kalkıp “Sayın genel müdürümüz bu sene maaşlarımız ne kadar oluyor?” dedi. Bu tür mevzulardan hep rahatsızlık duydum. Ekonomik sorunlar tabi ki çok önemli, ama düşünce yapısı beni rahatsız ediyor. Genel müdürden konuşmak için izin istedim. “Hocam size bir şey sormayacağım. Tiyatronun eksiklerini sizinle dışarda konuşacağım” dedim. O abiye dönüp şöyle dedim “Canım abicim şimdi yüksek bir miktarda maaş alsan daha mı iyi oyuncu olacaksın? Tiyatrodaki enerjinin içine bu maddi şeyleri katmayın.”
Taziye oyununa girişim çok farklıydı. Oyunun birinci genel provasına iki gün kalmıştı. Beş gün sonra prömiyer yapacak. Yönetmen Bülent Arın’dı. Bir gün, akşam beş buçuk, altı gibi eve geldim. Beyazıt Gülercan telefon etti. Konak Sahnesi’nde arıyor. “İbrahimciğim tiyatroya kadar gelir misin?” dedi. Sesi iyi değildi. Biraz düşmüş bir tonla söyledi. “Abicim iyi misin?” diye sordum. “Gelir misin?” cevabını verdim. “Tamam abicim geleyim baş üstüne. Siz iyi misiniz? Kötü bir durum mu var? Beni niye çağırıyorsun?” sözlerime cevabı “İbrahimciğim ne olur gel” oldu. Evim Oya Sitesi’ndeydi. Üç kuyularda. Taksi çağırdım. Doğru Konak Sahnesi’ne gittim. Bahçede oyunun ekibi oturuyor. Bülent abi ve Beyazıt abi ile ağaçların altına doğru gittik. Bülent abi “İbrahim oyuna girer misin? Acil ihtiyacımız var” dedi. “Ne oldu abi?” diye sordum. Meğerse bana teklif edilen rolü oynayan arkadaşımız rahatsızlanmış, hastaneye yatmak zorundaymış. Elime teksti verdiler. Konseydeyim. Bülent Abi “Ne istersen onu yap” dedi. Rol uzun değil ama yer yer oyuna giriyorsun. Arkadaşlara dedim ki “Ben kiminle konuşuyorsam o oyuncu, nerede olmam gerekiyorsa işaret etsin.” Arkadaşlar, İbrahim burada iki adım sola git diyordu hemen not alıyordum. O akşam provada hangi sözde nerede olacaksam not aldım. Sabaha kadar çalıştım. Ertesi gün provaya gittim. İki gün içinde mizansenleri yerleştirdim. Ezberimi yaptım ve genel provaya başladık. Genel provayı nasıl yaptığımı hatırlamıyorum. Uyku tutmuyor. Beyin uyanık. Sürekli oyunu düşünüyorum. Beş gün sonra prömiyer var. Diğer oyuncu arkadaşlar rahat. Oyunu bozarım diye korkuyorum. Buna benzer olayın aynısı Topuzlu da yaşamıştım.
1994 yılında Devlet Tiyatroları’nda müdür seçimleri yapıldı. Oy kullanmadım. Tiyatroyu yönetecek kişiler belirli bir süre seçimle gelmeli. Oyuncular sanat yönetmenini, teknik ekip kendi temsilcisini seçmeli. Yönetim kurulunda herkesin temsilcisinin olduğu bir yapı olmalıydı. Tiyatro tek kişiyle yönetildiğinde, önce o tek kişiye yazık. İnsanlara ödül verilecekse veya ceza verilecekse bu yönetim kurulunun çoğunluğunun kararıyla olmalı. Herkesin bir kişiyi seçtiği, o kişinin de yönetim kurulunu oluşturduğu bir yapıya da güvenmiyorum.
Eşim Hayal ile İzmir’de tanıştık. 1986 yılında Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü İzmir Devlet Tiyatrosu’nu başvurmuş. Yılsonu oyununa yardımcı olmamızı istiyorlar. Tiyatro müdürü benden rica etti. Kabul ettim. Daha önce tiyatronun düzenlediği kurslarda ders vermiştim. Bir iki yıl yapıldıktan sonra vazgeçilmişti. Edebiyat Fakültesi’ne Ah Şu Gençler oyunu için gittiğimde Hayal öğrenci grubundaydı. Aramızda beş yaş var. Orada tanıştık. İzmir’e gitmek istememiştim. Şimdi düşününce iyi ki gitmişim diyorum. İzmir’e gitmemin asıl nedeni sevgili eşim Hayal ile karşılaşmakmış.
Kızım Irmak, 21 Mart 1990 saat 08.20’de doğdu. 09.30 da hastaneden ayrılıp Kanlı Nigar’ın Manisa turnesine gittim. Oyundan sonra İzmir’e geldim. Eşimle kızımı hastaneden çıkarıp tekrar Manisa’ya gittim. Akşam oyun var. Turne iki gündü. Tiyatronun yanında Dokuz Eylül Üniversitesi Konservatuarı vardı. Okul Narlıdere’ye taşınınca bu bina Sabancı Kültür Merkezi oldu. Hayal, Irmak’ın göbeğini konservatuarın bahçesine gömmeye karar verdi. Yaptı da. Yıllar sonra Irmak, Uludağ Üniversitesi Konservatuarı’nda eğitime başladı.
Irmak ilkokul dördüncü sınıfa giderken da Dokuz Eylül Üniversitesi Konservatuarı’nda yarı zamanlı eğitim görmeye başlamıştı. İki yıl keman dersi aldı. Bir gün eve geldiğimde Hayal, Bursa’da Uludağ Üniversitesi Konservatuarı’nın ortaokula asıl öğrenci aldığını söyledi. Telefon edip konuşmuşlar. “Bursa’ya gidelim” deyince eşim ve kızım şaşırdı. 2002’de hemen tayin dilekçemi verdim. Irmak, Bursa’da sınava girecek. Sınava girmeden bir hafta önce kurslar düzenleniyor. Hemen taşınmamız lazım. Eşyaları topladık. Ev kiralayacağız. İzmir’den eşyaları getireceğiz. İki gün içinde yerleşeceğiz ki, Irmak sınavdan önceki kursa yetişsin. Yeteneğine, kulağına bakıyorlar. Öğrenciyi de çalıştırıyorlar. Bursa’da ilk bindiğimiz taksinin şoförüyle nereden geliyorsunuz diye muhabbet başladı. Çekirge’de emlakçıları geziyoruz. Taksiye Altıparmak’ın girişinden binmiştik. Taksici “nerelisiniz abi?” diye sordu. “Bursa’ya taşınıyoruz acil işimiz var” diye cevap verdim. Bu sefer “Nerede çalışıyorsun abi?” diye sordu. “Devlet Tiyatrosunda” dedim. Demez olaydım. Hayatımda İlk defa karşılaştığım taksi şoförü kinayeli, dalga geçen bir ses tonuyla “Nedir öyle olup biten Devlet Tiyatrosunda? Alınan boya ile bütün Bursa boyanır.” dedi. Olaylardan haberim vardı. “Bursa’ya yeni geldim. Benim bunlardan haberim yok. Yeni Bursalı olacağım” diyerek konuşmayı kapattım. Bu sözleri hâlâ hatırlayınca içim cız eder.
Konservatuar müdürü İsmail Göğüş “Irmak kazanamasaydı ne olacaktı?” diye sormuştu. “Tekrar denerdik” demiştim.
Bursa’da
Haziran 2002. Bursa’ya tiyatronun çok tatsız bir zamanında geldim. Tiyatro içine kapanmıştı. Namazgâh yokuşunun başında bir ev bulduk. Bir gecede evi boyadık. Hazırladık. Ertesi gün eşyalarımız geldi. Bir gün sonra Irmak konservatuardaki kurslara başladı. Birkaç gün sonra tiyatroya gittim. Mehmet Gökçer müdürdü. Odasına girdim. Sohbet ettik. Ağustos’ta Zilli Zarife’nin provaları başladı. Soner Ağın yönetti. Prömiyer gecesindeyiz (15 Ekim 2002). Soner Ağın çok heyecanlıydı. Kulisin köşesinde divanda oturuyordu. Prömiyerden sonra “Ben sizi çok sevdim. Bir daha davet edin, birlikte çalışalım” demişti. İki gün sonra oyuna geldiğimizde Ankara’da kalp krizinden vefat ettiğini öğrendik. İyi ki onunla çalışma fırsatı bulmuşum.
Orkestra meslek hayatımda çok önemli yeri vardır. Bizim işimiz, nefesimizi bedenimiz katarak ruhumuzla başka biri olmak. Oyuncu olarak karakterime ters rolleri çok seviyorum. Yönetmen Ayşe Emel Mesci, oyunda gerçek bir Nazi kampı oluşturdu. Sonra Çığ’ı yönetti. Ayşe Emel Mesci atmosfer yaratıyor. Oyuncu olarak o atmosferde soluk alıyorsun. Bazı yönetmenler oyuncuya düz çizgi çizer, söyleneni yaparsın. Ayşe Emel Mesci farklıydı.
Mehmet Gökçer 2005’te istifa etti. Önce Ömer Naci Topcu’nun müdürlüğünde (2006-2007) sonra Mehmet Gökçer ikinci kere müdür olunca müdür yardımcısı olarak 2008’de emekli olana kadar devam ettim. Müdür yardımcısı olarak repertuar yapılması, program hazırlığı, sanat yönetmeni olmadığında işlerin yürümesine yardımcı oldum. Tiyatronun idari tarafını görmek iyi oldu.
Benim, eşimin ve kızımın, 2005 yılından beri yaşadığımız mesleki yolculuğumuz var. Bu yolculuğa başlamamızı sağlayan Ceyhan Gölçek’e hâlâ minnettarlık duyuyoruz. Ceyhan, Bursa’dan İzmir’e tayin olmak istemişti. Nilüfer Eğitilebilir Engelliler İş Okulu’nda drama dersi veriyormuş. Yıllarca emek vermiş. Bir gün bana dedi ki “İbrahim ben İzmir’e gideceğim. Bursa’ya gelip gitmem zor olacak. Bir tek senden isteyebilirim. Benden sonra okula derslere gider misin?” Kabul ettim. Okula gittiğim ilk günü unutmuyorum. Salona girdim. Çocuklarla karşılaştığımda dilim tutuldu. Sanki vücuduma kramp girmiş gibi oldum. Onlara sevgini gösterirsen her şeyi birlikte yapabilirsin. Çok istekliler. Çalışırken çocukların enerjisi artsın diye tartışma yaratıyordum. İyi ki onları tanıdım. Çocukların oynayacağı gösterilerin metinlerini Hayal yazmıştı. Irmak’ta müziklerini yapmıştı. Pandemi başlayınca ara verildi. İnşallah devam edeceğiz.
Emekli olduktan sonra Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nun oyunlarında rol aldım. Eşim ve kızım Bursa’daydı. Nilüfer Kent Tiyatrosu’ndan Çöl Oyunu için aradılar. Çok mutlu oldum. Provalara başladık. Bir şeyler ters gitti. Yönetmen hazır değilmiş. Yöntemi yanlıştı. Deneyerek bulmaya çalıştı. Oyuncular çok yoruldu. Yönetmen çıkmaza girdi. Tıkandı. Prömiyer ertelendi. Yerine Ali Düşenkalkar geçti. Oyunu günlerce uyku uyumadan yönetti.
Kafa Sanat’a girişim şöyle oldu. Bir gün arkadaşım Bora Özkula “Benim tanıdığım çocuklar var. Yeni tiyatro kuruyorlar, aralarına katılır mısın, onlara abilik yapar mısın?” diye sordu. Bora’yı kıramazdım. Çok istekli ve arzuluydu. Öyle katıldım aralarına. Eray Soykan ve Emre Işık tiyatroyu elleriyle yaptı. Çok emek verdiler. Testosteron ve Halktan Biri oyunlarında çalıştım. Renkli Osun Yarınlar çocuk oyunu Kafa Sanat ile Nilüfer Kent Tiyatrosu’nun ortak projesiydi. Hayal yazdı, ben yönettim, Irmak müziklerini yaptı.
Uludağ Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde 2016 ve 2017 yıllarında ders verdim. Okula gittiğim ilk gün Nurhan Tekerek ile karşılaştık “Sen misin İbrahim? İbrahim gelecek dediler. Ben seni tanıyorum.” sözüne açıkçası şaşırdım. “Benim sayın hocam” cevabını verdim. Öyle tanıştık. Öğretim üyesi Ayhan Helvacı, Engelliler Eğitilebilir İş Okulu’nda müzik dersleri veriyordu. Orada tanıştık. Unesco projesi için gelmişti sanırım. Birkaç gün sonra Ayhan aradı. “Abi ben dekanla görüştüm. Oluru aldım. Teklif yapmak istiyorum. Bizim okula hoca olarak gelir misin?” diye sordu. Kabul ettim. İki yıl ders verdim. İkinci, üçüncü ve dördüncü sınıflarla çalıştım. Son sınıflarla Sartre’ın Mezarsız Ölüler’ini yönettim.
Problemler vardı. Güzel Sanatlar Fakültesi’nin Sahne Sanatları Bölümü öğrencileri Mudanya’da, Resim Bölümü öğrencileri Görükle Kampüsü’ndeydi. Sahne Sanatları Bölümü de Görükle Kampüsü’nde olmalıydı. Kampüste Mete Cengiz Kültür Merkezi var. Kütüphane var. Tiyatro öğrencileri binlerce öğrenciyle birlikte olmalı. Kampüse fakülte binası inşa edilmeli. Dördüncü sınıfa gelmiş bir öğrenci, sohbet esnasında “Hocam keşke sizinle birinci sınıfta karşılaşmış olsaydık” demişti. “Demek ki doğru zaman bu zamanmış” diyerek geçiştirmiştim. İki yıl ders verdikten sonra okuldan ayrılmaya karar verdim. Ana nedenler şunlar. Çocuklardan okuldaki eğitimle ilgili sıkıntıları duyduktan sonra bir akademik kurul toplantısında şunları söyledim. Dedim ki, bakın bir sistem kuralım. Ders sistemi oturtalım. Ben hocalarımı, profesyonel oyuncu arkadaşlarımı davete edeyim. Okulda work shop yapalım. Çocuklar değişiklik yaşasın. Kabul görmedi. Okulda hocalık yapmaya başladıktan sonra gördüklerim beni üzdü. Kızdım. Bir şeyler yapmak istedim, ama izin verilmedi. Dekanlık senin oradaki sistemine karışmıyor. Dersine karışmıyor. Ben dekanla ikinci senemde bir kere karşılaştım, o da toplantıda. Dekan hiçbir şekilde eğitime müdahale etmiyor. Ancak yapmak istediğim hiçbir şeyi yapamadım. Oyun yönetmek istiyorsan senin o sahnede oyuncu olarak yer alman gerekiyor. O sahneye oyuncu olarak çıkmamış hiç kimsenin rejisini kabul etmiyorum. Eğer oyun yönetmek istiyorsan oyunculuk becerisi ile kendini geliştirmiş olman gerekiyor. Birilerine direksiyon kursu vereceksen önce senin o arabayı kullanmayı çok iyi bilmen gerekiyor. Keşke Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü’ne Devlet Tiyatrosu’ndan ve Şehir Tiyatrosu’ndan tecrübeli arkadaşlarım düzenli bir şekilde gidebilseler. Bölüm başkanı itiraz etmez çünkü bölüm başkanı oyuncu değil. Sen oyun yönetirsen bende yönetirim sözlerini duyduğum için resmi toplantılardan çıkmıştım. Hocaların birbirlerine olan kıskançları, birbirlerine olan sevgisizlikleri çocuklara zarar veriyordu. Böyle bir zihniyet tiyatroya 44 yılını vermiş İbrahim Şahin’i elbette bünyesinde tutmaz. Ben yararımın dokunmayacağı, yardımcı olamayacağım yerde durmam. Benim oradaki öğretim üyeliği sistemine aklım sırrım ermedi.
Başa dönelim. Yıl 2007. Bursa’dayım. Müdür yardımcısıyım. Bora Özkula, Nurhan Tekerek’in arkadaşı. Tiyatronun idaresinde olduğum için Bora aracılığıyla Nurhan Hanım’a çeşitli kerelerde haber gönderdim. Burada tiyatro bölümü açılıyor. Bölümü besleyecek en önemli yer burası. Nurhan Hanım istediği zaman gelsin. Ben ona mekânı, zamanı da ayarlayacağım. Oyuncu arkadaşlarımızdan her gün beş kişiyle tanışsın. Böyle bir tanışma düzenleyeyim. Arkadaşlarımızla tanışsın. Bölümde eğitim verecek hocaları buradan seçsin. Tanışmadığım halde bu teklifi götürdüm. Önce birkaç arkadaşımız başlar. Yeni insanlara ihtiyaç olursa onların yerini tamamlayacak arkadaşlarımız vardır. Hem devlet tiyatromuzu sevmeyeceksin hem de devlet tiyatrosunda reji yapmak için genel müdürle görüşeceksin. Olmaz bu. Bir yerde sürekli ders veren kişiler değişiyorsa, bu istikrarın olmadığını, sistemin olmadığını gösteriyor.