Gülin Dede Tekin’in Oksijen gazetesinde yayımlanan yazısını okurlarımızla paylaşıyoruz:
Kalın bir camın arkasında çiçekli elbisesiyle bir kadın -biz onu duyamasak da- heyecanla bir şeyler anlatıyor. Orta yaşlarına gelmiş ancak belli ki küçük gösteriyor. Dolmuş da taşamıyormuş gibi bir arzu var gözlerinde, bedeninde. Sesini duymadığımızı fark ettiği anda yeniden en başından başlıyor anlatmaya; “Merhaba ben Melek. 1984 senesinde Mersin’ de doğdum.”
Melek Ceylan’ın kendi hayat hikayesinden yola çıkarak yazdığı ve oyuncu olarak yer aldığı performansta Ceylan, Mersin’den üniversiteye sonra da İstanbul’a varan kişisel yolcuğunu seyirciye apaçık bir şekilde sunuyor. Elbiselerinden siyatiğine, yanmaz tavalarından kitaplarına uzanan mal varlığını tek tek sayıyor önce. Katman katman soyuyor kendini ve hikayesini… Hayatta kalabilmek, kendini duyurabilmek için bir kadın olarak ailesiyle ve toplumla verdiği mücadelede önce kendine inanmanın altını çiziyor. “Dönmüyorum! Buradayım! Anlatacağım!”
Anlattıkları birçok kadın için çok tanıdık. Önce sesi duyulmasa da, kendini duyurabilmek için her yolu deniyor Melek. Bağıra bağıra, başı dönünceye, hareket edemeyecek hale gelene kadar anlatıyor, yetmediği yerde harika sesiyle şarkılar söylüyor, bedenini kullanıyor, elinden bırakmadığı kalemleri ile camı baştan sona çizerek hayatını resmediyor. Hayat biz kadınların yolunu tıkasa da yolundan edemiyor. Melek öyle ya da böyle seyircisine sesini duyurmanın yolunu buluyor.
Ceylan’ın zihnini bize tamamen açtığı, ülkemizdeki ilk Rehberli Otobiyografi eğitmeni olan Mürüvet Esra Yıldırım ile çalışarak performatif bir alana taşıdığı anlatısı duygusallığın dehlizine düşmüyor. Yer yer komik yer yer kalp sıkıştırıcı…
Ceylan böylesi bir anlatıda beden ve ses kullanımında da oldukça başarılı. Oyunun alkışı hak eden bir diğer yanı da alamet-i farikası sahneleme biçiminin fikir sahibi, yönetmeni Salih Usta. Usta, 2007 yılında Kadıköy Sanat Tiyatrosu (KAST) olarak yola çıktıklarından bu yana tiyatro yolculuğuna tanık olma şansı bulduğum, günümüz Türkiye tiyatrosunun en üretken isimlerinden biri. Tüm üretkenliğinin yanında elini attığı her projede yeni bir söz arayışından ve sorgulamaktan vazgeçmeyen, her seferinde farklı bir bakış açısı ile karşımıza çıkan bir tiyatro insanı da. Seyirci ile kurduğu ilişkiden beslenip, mekân, biçim ve dildeki arayışında konvansiyondan uzak bir tiyatronun peşine düşüyor. Sahnesiz bir ekip olmanın dezavantajlarını avantaja dönüştürdüğü bir oyun geçmişi var. Sokak arasındaki bir ağacın tepesinde de karşılaştık onun işleriyle, Haydarpaşa Garı’nda da, ellerinde led ışıklarla kapkaranlık bir sahnede de. Bu proje özelinde Ceylan’la güçlerini birleştirdikleri On İkinci Ev’de de sesini duyurmaya çalışan bir kadını, görünür kıldığı kadar duyulmaz da kılan kalın bir camın arkasına yerleştirerek gerçek hayatın bir simülasyonunu yaratıyor adeta.
Bir tiyatro sahnesinde, bir kafenin üst katında ya da bir sokak arasında karşı kaldırımdaki bir galerinin camında karşılaşabiliyorsunuz Melek’le. Performansın farklı mekanlarda gerçekleşiyor olması da oyunun seyirci ile kurduğu ilişkiyi her seferinde farklılaştırarak aslında ekibin arayışının hala devam ettiğine işaret ediyor.
Hem pandemi hem de maddi koşullar sebebiyle sayısı her geçen gün daha da artan tek kişilik oyunlar arasında hayal ettikleri dünyayla birkaç adım öne çıkıyor On İkinci Ev. Henüz sonunu netleştirememiş olmasına, yer yer derinleşmesini beklediğim birçok noktasına, oyunun tüm çapaklarına rağmen bu senenin izleme şansı bulduğum oyunları arasında en ilham vericisiydi.
Sesini duyanları çok olsun.
GÜLİN DEDE TEKİN