Kitapla ilişkiniz ne kadar geriye gidiyor?
Konya Ereğli’de doğdum. Annem, ben iki yaşındayken ölmüş. Babam 1950’de hem Cumhuriyet Halk Partisi ilçe Başkanı, hem de Sümerbank’ta devlet memuru. Demokrat Parti iktidara gelir gelmez Kastamonu, Taşköprü Kendir Sanayii’ne tayin edilmiş. Sürgün memur gibi gidince biz dört kardeşi, akrabalarının yanına bıraktı. Çocukluğum Konya Ereğli’nin Berendi köyünde geçti. İlkokulu köyde okudum. Köy okulunun kütüphanesi yoktu tabii. Kapıdan girdiğinizde sağda ve solda birer sınıf vardı. Bir, iki ve 3. sınıflar bir sınıfta, dört ve beşler de diğer sınıfta okurdu. Koridorun sonunda, ortada öğretmenler odası vardı. Öğretmenler, odanın koridora açılan penceresinden bizi görebilirlerdi. O pencerenin içinde iki tane kitap dururdu.
Neler olduğunu hatırlıyor musunuz?
Hatırlıyorum tabii. Birisi Doğan Kardeş Yayınları’ndan çıkan Jennifer Teyze’nin Anahtarları, diğeri de Kaşifler Alemi, Kanaat Yayınları’nın büyük boy hard cover bir kitabıydı. İlkokulu bitirinceye kadar Jennifer Teyze’nin Anahtarları’nı belki 200 kere okumuşumdur. Kimsenin alıp okuduğu yok. Köy çocuğu kitaba ilgi duymuyor. Ben biraz şehirli olduğum için belki ilgi duydum. Babamın büyük bir kütüphanesi vardı, hatırlıyorum. Ev dağılınca kitaplar da kayboldu gitti… 1960’ta, darbeden sonra babam döndü. Evlendi, çok iyi bir annemiz oldu. İzmirli bir hanımdı. Kitap okuyalım diye inanılmaz teşvikler yapardı. Okuyan da bir aileydik aynı zamanda. Çocukluğumda çok çocuk kitabı yoktu. Birkaç tane hatırlıyorum. Kurnaz Tilki vardı mesela. Goethe’nin bir öyküsüdür o. Resimlenmiş kare biçimli bir kitaptı.
Anneniz neler alırdı size?
Nüfus cüzdanımda 23 Şubat yazıyor ama 22 Nisan’dır doğum günüm. Annem bir doğum günümde hediye olarak Hayat Ansiklopedisi almıştı, hatırlıyorum. Polisiyeyi çok severdim. Polisiye kitapları kendim alırdım. Mike Hammer’lar hâlâ seri olarak vardır. Babam son derece zarif ve kültürlü bir adamdı. Arada bir okuduğum kitaplara bakar, “Senin artık Tolstoy okuma zamanın geliyor!” falan gibi küçük hatırlatmalarda bulunurdu.
O yıllarda sahip olduğunuz kitaplar duruyor mu?
Evet, çocukluk kitaplarımı dağıtmadım. Çocuk kitaplarının bazılarını verdim. Kütüphanelere çok kitap gönderdim ama beni etkilemiş olan kitaplardan hiç vazgeçmedim… Günün birinde annem İnci diye bir kitap aldı geldi. Steinbeck kitabı. Okudum. Farklı bir kitap! Daha önce okuduklarıma hiç benzemiyor. “Niye öteki kitaplar gibi değil bu?” diye kendi kendime sorduğumu, o şaşkınlığımı hâlâ hatırlıyorum.
Kaç yaşındasınız?
Orta birdeyim. Klasik romanlara doğru yönelmeye başladım. Polisiyeyi de bırakmadım tabii. Hâlâ severim.
Babanızın eğitimi neydi?
Babam Ali Turgut Günay, Konya Lisesi’ni bitirmiş. O dönem okuma yazma çok yaygın değil, 1920’li yıllar. Uzun bir süre Adalet Bakanlığı’nda çalışmış. Sonra Ereğli’ye gelmiş, evlenmiş, Sümerbank’ta çalışmaya başlamış.
Neler okurdu? Kitaplığından hatırladığınız kitaplar var mı?
Ankara döneminde Arif Nihat Asya yakın arkadaşı. Anlatırdı bunları. Ben de biraz kızardım öyle düşünmediğim için. Çınaraltı Dergisi gibi dergiler vardı. O zamanki Türkçülerin dergileri bunlar. Çok değerli de kitapları vardı ama ne yazık ki sadece dört tanesi kaldı bana.
Neler onlar?
Bir tanesi Cemil Sena’nın “Allah Fikrinin Tekamülü”. 4 ciltlik “Orhun Kitabeleri” ve şimdi adlarını hatırlayamadığım iki kitap daha var. Çocuk aklımla çok büyük bir kütüphanesi olduğunu hatırlıyorum. Bir tane resimli Ömer Hayyam vardı. Ona benzer bir kitap bir daha hiç görmedim. İçinde mükemmel resimler vardı, onlara bakmaya doyamazdım. Onun yitip gitmiş olmasına çok üzülürüm.
Osmanlıca kitabı da var mıydı?
Çok vardı tabii. Osmanlıca okur yazardı. Ölene kadar her şeyi Osmanlıca yazdı.
Diğer kardeşleriniz okumaya meraklı mıydı?
Hepsi meraklıydı. Büyük abimin bir de sinema merakı vardı. Sinema hastalığımız ondan geliyor. 1983’te İletişim Yayınları kurulmuştu. Siyasi bir dergi çıkaracaklalardı, onun için çağırdılar. Gırgır Mizah Dergisinden ayrılıp oraya geçtim. 2 yıl kadar İletişim Yayınları’nda çalıştım. O derginin izin hakkını alıncaya kadar ( Sıkı Yönetim vardı ve yeni yayınlar için izin hakkını kolaylıkla vermiyorlardı ) boş durmayalım diye bir video sinema dergisi hazırladık. Türk sineması açısından önemli bir dergiydi fakat 18 sayı kadar çıkabildi, sonra kapandı. Beklediğimiz ilgiyi göremedik. Türkiye’nin her yerinde video dükkanları açılmıştı. Onlardan ilan alırız diye düşünmüştük ama hiçbiri vermedi maalesef. Ağabeyimden gelen o sinema sevgisi orada çok işime yaramıştı. Sonra da Cumhuriyet gazetesinden çağırdılar, oraya gittim.
Sizin yetiştiğiniz yıllarda Ereğli’de sinema var mıydı?
Hem de çok fazla vardı. Konya Ereğli çok aydın bir kent. Anne tarafım Osmanlı aristokratı diyebileceğim bir aile. İki Bağdat Seferi’nde de ailenin adı geçer. Gaffarzâdeler, Konya Ovası’nda hububat alımıyla görevliler. Bizim çocukluğumuzda büyük çoğunluk meyvecilikle, hayvancılıkla geçinirdi. Tarım da var tabii. 1933’te Sümerbank Bez Fabrikası’nın temelleri atılmış. Dışardan çok fazla mühendis ve teknisyen gelmiş. Onların da etkisiyle çok aydınlık bir kentti. ‘Çocukluk cennet gibidir.’ deriz ya. Ereğli hakikaten cennet gibi bir yerdi. Yemyeşil, tertemiz… 7 tane kitapçı vardı. Bir tanesi, Kazım Topuz, D&R büyüklüğündeydi. Her kitap bulunurdu orada.
Neler alıyordunuz?
Polisiye ilgisi devam ediyordu ama İnci’yi okuduktan klasiklere de merak salmıştım. Ortaokulda bir Türkçe öğretmenimiz vardı, Nusret Altınkaya. Nusret Hoca her dersin girişinde 15 dakika kitap okurdu bize. Örneğin, Çalıkuşu’ndan başlar, 15 dakika sonra bırakır, ertesi ders devam ederdi. Ufkumu çok açmıştır Nusret Hoca. Şairleri onun sayesinde tanıdım. Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Ziya’ya Mektuplar”ı Varlık Yayınları’ndan çıkmıştı o sıralar. Her derste 2 tane mektup okurdu o kitaptan. Liseye geçtiğimde de eşi Necmiye Hanım öğretmenim oldu. Tedrisat gereği belli kitapları okuyup özetlemek gerekiyor. Ben hiç o listeye bağlı kalmadım. Sartre falan okuyup özetini çıkarırdım. Necmiye Hanım yaptığım işleri alır ve hep yüksek not verirdi… Dünyayı tanımaya çalışan biri için bulunmaz bir teşvik unsuruydu öğretmenlerimin yaptıkları. Onlana minnet borcumu asla ödeyemem.
Edebiyat ve sinema merakınızın nereden kaynaklandığı ortaya çıktı. Peki müzik nasıl girdi hayatınıza?
Çocukluğumda bir yan komşumuz vardı, Vecihi Abi, Allah rahmet eylesin. Ailecek çok hoş insanlardı. Ud çalardı. Ben de arada bir ondan udunu alır çalmayı denerdim. Önce ud’la başladım. Sonra gençlik hevesiyle gitara geçtim. Bir grupta ritm gitar çaldım. Sonra akordeon çok ilgimi çekti. Nota öğrendim. İmdat Halvaşı adında bir müzik öğretmeninden özel ders aldım bir süre. İmdat Halvaşı Hocam hayatta. Ona da bu anlamda çok şey borçluyum. Sonra lise bitti ve İstanbul Teknik Üniversitesi’ne girdim.
Yıl kaç?
1969. İlerici, Devrimci bir akım var. Üniversite gençliği halkını tanımaya çalışıyor. Onun ürettiklerine çok fazla ilgi var ve bunların içinde türküler çok ilgi görüyor. Bunun nedeni de Ruhi Su, Mahzuni Şerif Aşık Veysel gibi adlar! O dönemde saz çalmaya başladım. Kendi kendime bir şeyler denedim. Yıllar sonra, 50 yaşında özel bir konservatuarda 5 yıl eğitim aldım.
Müzikle ilgili kitap ve belge toplamaya ne zaman başladınız?
İstanbul’a ilk gelişim 1962’dir. Annemin halasını ziyaret etmek için gelmiştik. Halanın oğullarından bir tanesi Laleli’de oturuyordu. Onda kalıyorduk. Arada bir evden çıkıp civarı dolaşıyordum. Vezneciler Caddesi’nin üstünde Nota yayıncısı Kudmani’lerin dükkânı vardı. Bir gün oraya girdim, biraz batı müziği notası aldım. Bir de Nuri Halil Poyraz’ın bir şarkısının notasını aldım, “Bir neşe umdu gönül.” Çok severim o şarkıyı ve nota hâlâ elimdedir. Beyazıt Sahaflar Çarşısı da oraya çok yakındı. Rahmetli Aslan Abi’yi (Kaynardağ) tanıdım ilk. Her yıl gelişte mutlaka giderdim oraya.
O yıllarda ne alıyordunuz?
Ereğli’de bulamadığım bir sürü kitabı görüyordum orada. Ağırlıklı olarak edebiyat alıyordum. Sonra sonra yakın tarih okumaya başladım. O dönemde rahmetli Aslan Abi’ye ve onun yanındaki Nihal Kitabevi’ne, İsmail Akçay’a çok giderdim. İstanbul Kitabevi’nin sahibi Ali Erten’in de çok yardımını gördüm. Ali Bey Sahaflar Derneği Başkanı’ydı da aynı zamanda. Bir de hâlâ orada olan Sinan var. Sahaflığı bıraktı, hediyelik eşya satıyor artık. Sinan’dan da çok kitap almışımdır ama asıl temel iki kaynağım Nihal Kitabevi ve Elif Kitabevi’ydi. Sahaf dolaşmak bir eğlence olmanın yanısıra bir savaşı da göze almak demek. Sahaflarla cenk ediyorsunuz normalde. Dükkâna girmek istiyorsunuz, azarlıyorlar. “Ne arıyorsun?”, “Bakacağım!” diyorsun. Belki gözüme bir şey ilişecek, alacağım. Özellikle Ali Ertem çok azarlardı. ‘Belli, genç adam, bunda para yoktur!’ diye bakıyor muhtemelen. Galiba 1969’du, Nihal Kitabevi’nin önündeki sergiyi karıştırıyorum. İsmail Bey kapıya çıktı, “Delikanlı içeri gelir misin lütfen” dedi. Girdim. “Ne içersin?” dedi, “Zahmet olmasın” gibi bir şeyler söyledim. İsrar edince “Çay” dedim. Çaycıya seslenip iki çay söyledikten sonra bana dönüp “Biz Sahaflar seni çok seviyoruz” dedi.
“Nasıl sevgi bu ya hu!” dedim. “Sürekli azarlıyorsunuz…”
“Biz buraya sürekli gelen insanları severiz. Azarlıyoruz diye uzak duruyorsan yanlış yapıyorsun. Sahafa kitap sorulmaz. Girip karıştıracaksın. Biz bağırırız, azarlarız. Aldırmayacaksın…” Çayımızı içtik. “Hadi, şimdi karıştır ortalığı.” dedi. O dönemde yakın tarih okuyorum. Bütün kitapların bibliyografyasında Tekin Alp’in Kemalizm kitabı var ama kitabı hiçbir yerde bulamıyorum. Aşağıları bitirdim, merdiven verdi. Yukarılara çıktım. Bir rafta Ebu’l Ûlâ Mardin’in Huzur Hakkı ciltleri duruyor. Onların yanında eski püskü, kara ciltli, kötü bir kitap var. Kapağını açtım. Tekin Alp’in Kemalizm’i. Arkasını çevirdim, ‘10 kuruş’ yazıyor. Aldım, indim aşağı. Öğrenciyim ama bir taraftan da çalışıyorum. Maaşımı almamışım. Cebimde 50 kuruş var. ‘Kim bilir ne kadar isteyecek!’ diye düşünüyorum. Kitabın arkasını açtı, kıpkırmızı oldu. “Bak işte, sahaf bunun için dolaşılır! Ben bu kitabın burada olduğunu unutmuşum. Bilseydim 100 liradan aşağı vermezdim. Şimdi ver 10 kuruş, al!” dedi. 10 kuruşa aldım hakikaten.
Nasihatini tuttunuz mu?
Tuttum elbette. Bana çok da güzel bir gelenekten bahsetti. Beyazıt’taki sahaf dükkanları iki katlıdır. Üst kat depo gibidir ama yazıhane olarak da kullanırlar. İsmail Bey’in yukarı çıkan merdiveninin altında yedi raflık bir kitaplık vardı. Bazılarında birkaç kitap var, bazıları boş. “Bu raflar müşterilerimize ait. Sen de bundan sonra bizim müşterimizsin. En üst raf Reşat Ekrem Koçu’nundur. En alt raf da senin. Yukarıdakiler öldükçe yukarı çıkacaksın.” Epeyce konuşmuştuk, ilgi alanlarımı öğrenmişti. “Bundan sonra gelince önce oraya bak!” dedi. Yıllarca böyle devam etti hakikaten. Hayatım boyunca bunu hiç unutmadım.
İyi bir müşteri miydiniz? Neden size böyle bir ayrıcalık yaptı?
İyi bir alıcıydım sanırım. Hiç pazarlık etmedim aldığım nesnelerle ilgili olarak. Ama o zamanlar bu malzemeler çok da pahalı değildi. Çok fazla kitap vardı. Müntahabat notaları 1 kuruş falandı sanırım, yerlerde dururdu. Oradan başladım toplamaya. Üzülüyordum, bir yağmur yağıyor hepsi mahvoluyordu. Pazar günleri her şey yere serilirdi. Sergi yaparlardı.
Osmanlıca da alıyor muydunuz o tarihlerde?
Osmanlıca’ya sonra başladım. Notalar giderek çeşitlenince Osmanlıca’ya kaydım. Müntahabat notalarını latin alfabesiyle yayımlandığını sanırdım, meğer geçmişi de varmış. Şimdi bir çalışma da yapıyorum. Katkı yapacağım bir şey yok. Ethem Bey (Ruhi Üngör) bu konuda çok iyi listeler hazırlamış, bir döküm çıkarmış ortaya. O Batı notası yayıncılığını 1874’te başlatıyor. Aslında 1870’te başlamış. Slupno notaları bunun bir kanıtı. Ben oradan başlatmak lazım diye düşünüyorum bu tarihi.
O tarihlerde yazmaların da çok ucuz olduğu anlatılır. Siz şahitlik ettiniz mi buna?
Kamyonlar dolusu kitaplar indiğini anlatırlardı eski sahaflar. Beyazıt Camii’nin duvarı dibine yığıldıklarını söyler ve pek alıcının olmadığından sözederlerdi. Kendi aralarında müzayade yaptıklarını görmüşlüğüm vardır. İbrahim Manav yapardı bu müzayedeleri genellikle. Bir de Muzaffer Ozak Hoca vardı. Muzaffer Hoca’ya da giderdim. Bir sözünü hiç unutmam. “Sahaflık mesleği nedir, biliyor musun?” diye sordu bir gün.
“Eski kitap alıp satmak…”
“Yok, öyle değil! Sahaflık mesleği, ölmüş bir adamın kitaplarını ölecek bir adama satmaktır.” dedi… Yazma almadım ama Osmanlıca kitap aldım onlardan. O tarihlerde literatürü o kadar geniş bilmiyordum.
İstanbul’a mühendislik eğitimi almak için geliyorsunuz ama gazetecilik kariyeri yapmayı seçiyorsunuz. Bu geçiş nasıl oldu?
5 Kasım 1968’de okul açıldı, 23 Kasım’da gazeteciliğe başladım. Son diye bir gazete vardı. Orada serbest muhabirlik yaptım önce. Haberleri sıkı takip ediyordum ve kültürel bilgim iyiydi. Gazeteciliği çok bilmiyordum ama yapmam gereken şey haberi yazmaktı. Karşılığında bir miktar para veriyorlardı. Gece gündüz çalışıyordum neredeyse. Birkaç yıl sürdü bu şekilde çalışmam. Öğrenci hareketleri başlamış, oralarda fotoğraf da çekiyordum. Sonra tesadüf bir gün Oğuz Aral’la tanıştım.
Nerede ve nasıl?
Şöyle! Öğrenciyim. Yeni evlenmişim. Salacak’ta bir daire kiraladım. 8 daireli bir apartmandı, sadece 3 dairesi doluydu. Bizim üstümüzde birileri var. Kim olduklarını bilmiyorum. Bir de onların yan tarafında bir daire dolu. Annemle babamı da aldım geldim Ereğli’den. Yazarları çok seviyorum o ve onlarla tanışmak istiyorum. Cağaloğlu’nda, Sofra adında bir lokanta var, sahibi de Muzaffer Bey. Yazarların Cuma günü orada toplandıklarını duydum. Çalıştığım yer de çok yakın oraya. Bir Cuma ben de gittim o toplantıya. Biraz da çekinerek “Sizlerle tanışmak istiyorum” gibi sözler ettim. “Gel otur!” dediler. Böylelikle o toplantıların müdavimi oldum. İlk günden aklımda kalanlar Fethi Naci, Cevat Çapan, Oktay Akbal, Edip Cansever ve Abdülbaki Gölpınarlı. Fethi Naci, 1972’de Moskova gezisinden dönüşte bir Nazım Hikmet Plağı getirdi. Kendi sesiyle şiirler okuyordu Nazım. 12 Mart 1971 darbesi olmuş… Sıkıyönetim var. Evler basılıyor, insanlar tutuklanıp hapse atılıyorlar. Plağı aldım, eve geldim. Bu arada, bazen apartmana tuhaf kılıklı bir adamın girip çıktığını da görüyorum. Pardesüsünün yakaları kalkık, bıyıklar sarkık. Gözünde kapkara gözlükler… Yöneticiye sormuştum kim bu adam diye. Gazeteci demişti. Tüm gazeteciler neredeyse hapiste. Bu adam nasıl bir gazeteci ki hâlâ dışarda?.. dediğim gibi eve geldim. Bir tane dual pikap var evde. Akşam plağı heyecanla pikaba koydum. Nazım başladı şiirlerini okumaya. Sesi çok yüksek değil, normal ses tonuyla dinliyoruz plağı. Kapı çaldı, açtım. Bu sarkık bıyıklı, kara gözlüklü adam. Bağırarak “Bu ne gürültü kardeşim! Yukarda çocuk uyuyamıyor.” falan dedi. Özür dilemeye fırsat kalmadan, döndü arkasını, çıktı yukarı. Aradan 3 – 4 gün geçti. Akşam işten geldim. Yemek yiyeceğiz, masayı hazırlıyoruz. Kapı çaldı. Kapıda yine bu adam… Müzik de yok bu sefer. Yanında da yarısı kadar bir kadın. “Girebilir miyiz?” dedi. “Buyrun!” dedim tabii, ne diyeyim şimdi. “Ben Oğuz Aral!” dedi. Üst kat komşummuş. Öyle tanıştık. Ondan sonra bizim evden çıkmadı neredeyse. Oğuz Abi de saz çalardı. Birlikte söylerdik türküleri. Bir gün “Bir mizah dergisi çıkarmak istiyorum ama gençler ne istiyor bilmiyorum.” dedi.
Gırgır yok henüz, öyle mi?
Hayır, düşüncesi bile yok. İstanbul Teknik’ten, Boğaziçi’nden arkadaşlar toplanıyoruz bazen. Oğuz da geliyor, sohbet ediliyor. “Nasıl bir mizah istersiniz?” diye soruyor. Gırgır’ın temeli bizim evde atıldı diyebilirim. Günün birinde, “Dergiyi çıkaracağım, var mısın?” dedi. “Varım!” dedim ve öyle başladık.
Kuruluşundan itibaren Gırgır’daydınız yani?
Tabii, kurucu kadrodaydım ben. Önce Gün gazetesinin içinde 2 sayfalık bir ek olarak verilmeye başlandı.
Sene?
1971’in sonlarına doğruydu. Sonra birtakım siyasi olaylar oldu. Süleyman Demirel Başbakan’dı. Eşiyle birlikte Moskova’ya gitmişlerdi. Gazetelerden biri kötü bir başlık attı. Günaydın olabilir belki, emin değilim. Nazmiye Hanım gibi zarif bir kadına yakışmayacak ithamlarda bulundular. Bu haberden sonra Gün’ün tirajı bir anda düştü. 650 bin satarken 125 bine indi yanlış hatırlamıyorsam. Demirel dava falan açtı. Bir Gırgır toplantısına Günaydın grubunun sahibi Haldun Bey (Simavi) geldi. “Sizin ek de kurtarmıyor gazeteyi!” gibi bir laf etti. Bunun üzerine Oğuz Aral, “Biz o eki çekersek gazete tamamiyle batar!” dedi. Haldun Bey, “Çekin o zaman, görelim.” deyince çektik biz de.
Oğuz Bey’in çekmekten kastı ne?
Gazeteden bağımsız bir dergi olarak çıkaracak. Öyle de oldu. Bağımsız dergi haline geldik. Gırgır’ın ilk 17 sayısı, eski sayfaların küçültülerek bir araya getirilmiş haliydi. Sonra yeni espriler, yeni karikatürler eklenerek çıkmaya başladı. Ve Gün Gazetesi gazetesi gerçekten battı. Gırgır da büyük bir başarıyla tırmandı gitti yukarılara.
1970’li yıllarda siyasi ortam çok hareketli. Üzerinizde ciddi bir baskı olmalı. Gırgır ve o çizgiyi devam ettiren mizah dergileri bununla nasıl baş etti?
Mizahın temel özelliği, bilindiği gibi muhalif olması. Öyle olmak zorunda. Toplatmalar, gözaltına almalar çok oldu. Ben de çok yaşadım bunları. Bilirdik ki gözaltına alır ama tutuklamazlardı. Bir kere galiba 17 gün kadar Gayrettepe’de kaldım.
Sebep neydi?
Polisin saçma sapan bir karikatürü yanlış yorumlaması.
Derginin kadrosunda kimler vardı o dönem?
Başlangıçta beş kişi vardı. Oğuz Aral, Ferit Öngören, Mim Uykusuz, Tekin Aral ve ben. Sonra ilk gelen Nuri Kurtcebe oldu. Ondan sonra İlban Ertem geldi. İlban, çocuk dergisi çıkarmak üzere gelmiş, dergi çıkamayınca bize katılmıştı. Dışardan da Süavi Sualp çizer getirirdi ya da espri bulurdu. Kadro sonra sonra genişledi.
Pazartesileri de amatörleri kabul edermiş herhalde Oğuz Bey?
Evet, ‘Çiçeği Burnundalar’ diyorduk biz onlara. Sayfanın adı da “Çiçeği Burnunda Karikatürler”di.
O dönem mizah dergilerine gösterilen bu yoğun ilginin sebebi neydi sizce?
Bir askeri darbe olmuş. İnsanlar hapse atılmış, sesi kısılmış evlerde kitaplar yakılmış. Böyle bir kepazelik yaşanıyordu. Televizyon yeni yeni başlamış. “Terör çetesi çökertildi” diye haber yapıyorlar. Silahın yanına kitapları diziyorlardı. “Bu da bir silahtır!” diyorlardı yani. Herkes çok sıkışmış hissediyordu kendisini. Mizah nefes alma fırsatı sundu onlara. Bu baskı bir sonraki darbeye, 12 Eylül 1981’e kadar kadar sürdü. Felaketin çok daha büyüğü bununla geldi. Kitaplar müsadere edilip fırınlarda yakıldı. Karanlık giderek koyulaşıyordu. Sık aralıkla tekrarladığım bir düşüncem var bu konuda: bu karanlıktan çıkmamızın temel nedeni, 1982’de büyük bir cesaretle TÜYAP Kitap Fuarı’nın açılması.
Neden cesaret olarak yorumluyorsunuz?
Çünkü kitaplar toplatılıyordu. Yakılıyor, imha ediliyordu. Yayıncılar hapse atılıyor, öldürülüyorlardı. Bilim Sosyalizm Yayınları’nın 135 bin kitabı devlet tarafından yakıldı. İlhan Erdost öldürüldü. Korku salmak için yetmez mi bunlar?
80 sonrasında mı?
Elbette… 70’lerde müsadere edip götürüyorlardı. Yakmıyorlardı ama. Benim de 2 bin 500 kitabımı götürdüler.
Ne zaman?
1971’de, askeri darbeden hemen sonra. Öğrenciyim, gazeteciyim de aynı zamanda.
Ne tür kitaplardı?
Sol yayınlar da vardı ders kitaplarım da vardı fakat, çoğu edebi yapıtlardı. Ben edebiyat okuruyum ama tek tür okumak diye bir şey söz konusu olamaz. Hitler’in kitabı da, Karl Marx da, Lenin de vardı. Bir şeyi öğrenmek istiyorsanız karşıtlarını da bilmeniz gerekiyor. Nazizm ya da Nasyonal Sosyalizm’i öğrenmek için Hitler’in, Mussolini’nin kitaplarına bakmak zorundasınız. Bundan doğal bir şey olamaz.
Kitaplarınızı geri alabildiniz mi?
Hayır. Yıllar sonra, 1973 ya da 74’tü; “Kitaplarınızı alabilirsiniz!” dediler. Selimiye Kışlası’na gittim. Bildiğimiz kadarıyla kitaplar oradaydı. “2 bin 500 kitabım var.” dedim. “Kayıt yok!” dedi adam. “Asker ve polis birlikte geldi aldı. Nasıl kayıt olmaz? Tutanak da tuttular üstelik.” Tutanağı görmek istedi. Bana vermediler ki, tuttular, gittiler… Görevli beni aldı, Selimiye’nin 10 metre tavanlı büyük odalarından birine götürdü. Kitaplar küreklerle üstüste atılmış gibiydiler. “İstediğini al buradan!” dedi. “Lanet olsun!” deyip çıktım. Almadım, alamadım… O kadar çok insanın kitabı vardı ki orada.
Ne kadar kitap vardı sizce orada?
Bilemem ama herhalde 500 bin kitap vardı. Bir tane odayı gördüm ben. Başka odalar da vardı muhtemelen. Başka insanların kitapları da var orada. Nasıl alacaksın! Hangisinin senin olduğunu bilemezsin ki. Binlerce kitap üst üste. Kimisi açılmış, parçalanmış. İçim parçalandı o manzara karşısında. Böyle bir ortamdan sonra TÜYAP’ın açılması yayıncılığın ve okumanın önünü yeniden açtı. Fuardan sonra yavaş yavaş cesaret geldi insanlara. Yine büyük bir cesaretle yapılan ikinci şey Cumhuriyet Kitap Kulübü’nün kurulması ve Cumhuriyeti Kitap Eki’nin çıkarılmasıydı.
Gırgır’dan ayrıldığınızda mizah dergilerinin yükseliş trendi devam ediyor muydu?
1983’te ayrıldım. Ediyordu, evet. Ben bıraktığımda Gırgır’ın 635.000 net satışı vardı. Ayrılmadan önce dergi toplatılmıştı. 600.000 dergiyi müsadere ettiler. 40.000 tanesi de satılmıştı. Bu rakamı oradan hatırlıyorum.
Mizaha yönelik ilginin gerilemesinin sebebi neydi peki?
Çok fazla yeni mizah dergisi çıkmaya başlamıştı. Gönül bağım olduğu için ayrıldıktan sonra da Gırgır’la ve arkadaşlarımla ilişkim devam etti. Bir kitap okudum hayatım değişti demeyeyim ama bir adam tanıdım, hayatım değişti. Oğuz Aral’dı o adam. Oğuz Abi’yi çok severim ama ona da söylüyordum, yine söyleyeceğim. Dergiyi yavaş yavaş genç çizerlere bırakması lazımdı. Üniversite öğrencileri, yeni mezun çocuklar geliyordu. Karikatür çiziyorlar ama hiçbir titrleri yok. Oğuz Aral’a birkaç kere “Bu çocuklar giderler!” dedim. “Kenara çekil, abi olarak üstte dur. Çocuklara sorumluluk ver.” Vermedi. Sonrası ise bilindiği gibi çocuklar ayrılıp yeni dergiler çıkardılar. Gırgır el değiştirdi ve zamanla da yok oldu.
Profesyonel hayata geçtikten sonra okurluk serüveniniz nasıl devam etti? Kimleri okuyordunuz ve okur olarak kimlerle temas halindeydiniz?
Türkiye’nin neredeyse tüm yazarlarıyla arkadaşlık ettim, tanıştım ve yapıtlarını okudum.
O muhite nasıl girmiştiniz?
Cuma toplantılarına katıldım. O sofralara pek çok insan gelirdi.
Nerede toplanıyordunuz?
Zaman zaman mekân değiştirdik. Cağaloğlu’nda Vilayet’in karşısında Vilayet Lokantası vardı. Yayıncıların büyük çoğunluğu da o handaydı o zamanlar. Şık, hoş bir lokantaydı. Bir süre oraya devam ettik. Sonra aşağıya, İstanbul Lokantası’na taşındık. Yakılan Tan Matbaası’nın binası duruyordu. İçinde Şenol diye bir meyhane vardı oraya gitmeye başladık. Sirkeci’de Hocapaşa’da, bir kümbet var. Orası meyhaneydi, bir ara oraya takıldık. Sonra insanlar Cağaloğlu’ndan uzaklaşıp Beyoğlu’na taşınmaya başladı. En son 1995’de Fethi Naci de yayınevini Beyoğlu’na taşıdı. O tarihten beri de Çiçek Pasajı’nda, Sevinç’te toplanıyoruz.
Kadro 1970’lerin başlarından günümüze nasıl bir değişiklik gösterdi?
Benim başladığım yıllarda Edip Cansever, Fethi Naci, Cevat Çapan, Abdülbaki Gölpınarlı ve Oktay Akbal vardı. Onları hatırlıyorum. Ondan sonraki yıllarda çok değişiklik gösterdi. Turgut Uyar geldi, ölünceye kadar neredeyse hep oldu zaten. Salim Rıza Kırkpınar, Ferruh Doğan, Selahattin Hilav, Orhan Veli’nin eniştesi İbrahim Yolyapan, Balıkçı Nuri (Profesör Ali Akay’ın babası Nuri Akay), Sait Maden, Cemal Süreya… Bütün edebiyatçılar gelirdi, öyle söyleyeyim. O masa bir edebiyatçılar masasıydı.
Dışarıdan katılıma açıklar mıydı?
Evet, hâlâ gelmek isteyen herkese açıktır.Usta yazarları düşünürleri dinlemek önemlidir. Bazen o masadan kalktığınızda 200 cilt kitap okusanız edinemeyeceğiniz kadar bilgi edinirdiniz. Zamanla çok fazla insanı kaybettik. Yaşlandık bir yandan. Edebiyatçıların sayısı da azaldı. Daha çok sinemacılar gelmeye başladı. Eskilerden bir Cevat Çapan Hoca’yla ben kaldık.
Neler konuşulurdu?
Herkes okurdu mutlaka, bir konuda tartışırdık. İçimizde en iyi okuyan, galiba Fida Film’in sahibi ünlü karikatüristimiz Ferruh Doğan’dı. Ferruh Abi hafta içinde çıkmış her şeyi didik didik eder, gelir orada brifing verirdi neredeyse. Ne olup bittiğini onun anlattıklarından takip edebilirdiniz. Zaten okuyorduk ama herkesin bir de kendi işi var. Ben yıllarca çantamda 30 – 35 kilo yükle dolandım. Hâlâ öyleyim. Gazetede bütün kitaplara bakmana imkan yok. Çantana doldurup geliyorsun. Gece sabahlara kadar çalışıp geri götürüyorsun. Doğal olarak bir sürü şeyi de kaçırmış oluyorsun. Kitapları biliyorsun ama siyaseti kaçırmış oluyorsun. Kültür sanatı kaçırmış olabiliyorsun. Ferruh Abi bize yol gösterirdi.
O masa ne zaman toplanmaya başlamış, biliyor musunuz?
Başlangıcı 1968. Ben 1969’un sonunda katılmıştım.
Toplantılar hâlâ o kadar verimli mi?
Değil artık! Edebiyat, sanat üzerine konuşuyoruz yine ama eskisi kadar verimli değil.
Cumhuriyet’e ne zaman geçmiştiniz?
1 Şubat 1985. 1983 – 85 arası İletişim Yayınları’ndaydım.
Cumhuriyet Kitap Eki ne zaman çıkmaya başladı?
Benden önce çıktı. 1990’da başladı. O arada ben Pazar eki çıkarıyordum. Beni Cumhuriyet’e Siyaset isimli bir ek çıkarmak üzere çağırmışlardı. Dergiyi yaptığım süre boyunca ismine hep itiraz ettim.
Neden?
Adı siyaset olan bir dergide magazin yapamıyorsunuz. Siyasi magazin yapabilirsiniz ama zaten Cumhuriyet gibi siyasi bir gazete veriyorsunuz okurun eline. Haftasonu bir de siyaset eki vermek okura işkence gibi geliyordu bana. “İnsanlara biraz aktüalite verelim!” diyordum ama siyaset lafı bunu engelliyordu. 111 sayı boyunca homurdandım. Sonunda, yanılmıyorsam 1986’nın Şubat ayında, “Pazar Dergi’ye dönüştürüyoruz.” dediler. “Hele şükür!” dedim. 1991’e kadar devam ettik. Sonra Cumhuriyet yine alt üst oldu. Cumhuriyet’in bu alt üst oluşları bitmez.
Sebebi neydi bu alt üst oluşların?
Bir aile gazetesi bu. Dört kişilik bir ailenin paydaşları idare ediyor. 1960’ta bir darbe olmuş. Ailenin diğer fertleri Nadir Bey’i görevden almış, gazete batmış. Tekrar getirmişler. 71’de yine aynı şey olmuş. 80’de yine aynı şey oldu. Gazete kısa bir süre yönetim değiştirdi. O sürecin sonunda Hasan Cemal göreve geldi. Hasan Cemal’e dergiler konusunda çok şey borçluyum. Ben dergicilikten gelmeyim, gazetecilikle ilgili bildiklerimi Hasan Cemal’den öğrendim. O nedenle çok severim kendisini… Cumhuriyet Kitap Dergisini de Hasan Cemal’e borçluyuz. 1991’deki yine bir alt üst oluşta bir gün hepimizi topladılar ve dediler ki “Bütün dergileri kapatıyoruz!”.
Finansal sıkıntı mı vardı?
Finansal sıkıntı tabii. Yapmayın etmeyin dedik. Ben o arada Almanya’ya ‘Almanya Hafta’ diye haftalık bir gazete çıkarıyorum. Pazar Dergi de kapanıyor tabii. Kendim çıkarmışım, çocuğum gibi. İçim cız etti. Kitap Eki’ni de çok seviyorum. Kitap seviyorum çünkü. Kitap Eki’ne de itiraz edince “Adam yok!” dediler. “Ben çıkarırım!” dedim. Öylelikle üstlendim Kitap Eki’ni.
Kaç sayı çıkmıştı o vakte kadar?
Ben 134. sayıdan başladım. Giden arkadaş elindeki bütün yazıları toplayıp götürmüştü. Dergiyi nasıl çıkaracağımı bilmiyorum. Tam da o gün, kötü bir şans ama Milli Eğitim Bakanlığı Küçük Prens’in okullara girmesini yasakladı. Tarih de aklımda, 1992’nin 7 Nisan’ı. Kapağa onu girdim. Hiç yazı yoktu çünkü. Kitaplara bakamadım, insanlara yazı siparişi vermek lazım, zaman yok! Dergi çıksın diye kapaktan Küçük Prens’i girdim. Birkaç da kitap tanıtımı, o kadar. Bin 500 küsuruncu sayıda da bıraktım. 1 Şubat 2019’da ayrıldım Cumhuriyet’ten.
53 yıldır yayın dünyasının içindesiniz. 29 yıl boyunca kitap eki çıkardınız. Bu tecrübeye dayanarak Türk yayıncılığını değerlendirmenizi rica etsek!
“Türkiye’ye yayıncılık bir hayli geç girdi.” gibi yanlış bir bilgi vardır. Halbuki matbaanın icadı 1447’dir. 1476’da İstanbul’da matbaa var. Azınlık matbaaları bunlar. Matbaacılık Müslümanlara yasaklanmış! Azınlıkların hepsinin matbaası var. Bende bile bir tane 1525 İstanbul baskılı broşür var.
Neler basmış o matbaalar?
Dini eserler basmışlar. Bırakın onu 1700’lerden, yani İbrahim Müteferrika’dan bu yana Osmanlıca yayınlanmış kitap sayısı Seyfettin Bey’e (Özege) bakarsan 25.000 küsur. Hadi de ki 30.000. 1928’e kadar basılan kitap sayısı bu! Geçen yıl basılan kitap sayısı ise 74.000! Bu yılınki de 78.000 galiba. Osmanlı’yı asla küçümsemem bu konuda. Kendi sınırları içinde kabul ettiği coğrafyalarda bir sürü yayınevi kurmuş. Belli ki bir yayıncılık faaliyeti olacak. Ama Cumhuriyet’le birlikte kesintiye uğramış ve başka bir kanatta ilerlemiş. 1928’de Remzi, 29’da İnkılap Yayınevleri kurulmuş. Sonra da Milli Eğitim Bakanlığı devreye girmiş. Devletin kitaba tam olarak yönelmesi Hasan Âli Yücel’le olmuş. Remzi Kitabevi’ni kuran Remzi Bey’in damadı Erol Erduran anlattığı için biliyorum; Remzi Kitabevi’nin ‘Dünya Edebiyatı’ndan Tercümeler’ diye bir serisi varmış. 111 ya da 131 kitap çıkmış galiba. O serinin başında Hasan Âli Yücel var. Bakan yapılınca Remzi Bey’i aramış ve projeyi almak için izin istemiş. O proje Milli Eğitim Bakanlığı’nda “Klasikler” olarak devam etmiş. Toplamda 525 ama cilt olarak 1525 kitap yayınlanıyor 1960’lara kadar. Büyük faaliyet o aslında. 1960 darbesinin getirdiği, 1971 ve 80’de tamamen budanan nisbî özgürlük ortamında, yayınevlerinin sayısı birden hızla artıyor. Bu süreç darbelerde akamete uğruyor tabii…
Bu süre zarfında yayınların niteliği nasıl bir değişiklik gösterdi?
Türkiye’de baskı kalitesine gösterilen özeni ben Cem Yayınevi’ne, Oğuz Akkan’a bağlarım. Renkli, düzgün, iyi kâğıda basılmış, şık kitaplar yayınlamaya başlayan odur. Remzi ondan önce denemiş, sanki köy edebiyatı kitabı basar gibi yerli edebiyatların kapaklarında köy resimleri gibi resimler kullanmış. Cem’den sonra anılması gereken ilk yayınevi de Yapı Kredi’dir. Türkiye’de kitabın kaliteli olarak yayınlanmasının ilk adımını Yapı Kredi Yayınları’nda Enis Batur atmıştır. Sonrası ise geldiğimiz nokta. O zamana kadar yayınevleri ayda bir, iki kitap yayımlıyorlardı. Fazla kitap yayımlayan yayınevleri iki ya da üç taneydi. En çok kitap yayımlayanlar da Can ve Afa yayınlarıydı. Her ay neredeyse 20-30 kitap yayınlıyorlardı. O Arada Cumhuriyet Kitap Eki de bir takma isim edinmişti.
Nedir o isim?
AfaCan Kitap! Az kitap yayınlayan yayınevleri takmıştı bu ismi. Afa ve Can Yayınları’nın kitapları tanıtıldığı için almış bu ismi. Çünkü en çok kitabı basan onlar. Doğal olarak da bir dergiye baktığınız zaman 10 tane Afa, 10 tane Can görebilirdiniz. Diğerleri de başka yayınevlerine aitti.
Kitap Eki’nde elinize ulaşan yüzlerce kitap içinden hangilerini öne çıkaracağınıza nasıl karar veriyordunuz?
İlk kıstasımı söyleyeyim. Bir edebiyat yapıtında önemli olan ne anlattığınız değil, nasıl anlattığınızdır! Bunu benden önce birileri söylemiş olabilir ama ben çok kullandığım için kendi lafım gibi bilirim. Bir aşk hikayesini birden fazla insan yazabilir ama bir tanesi iyidir. Güzel cümleler kurmuştur, duygusal anları iyi yakalamıştır… Bunlara bakarım ben. Anlatmak istediği şeyi iyi anlatmış mı? Baktığım ikinci şeyse dahi anlamındaki de’yi da’yı ayırıp ayırmadığı. Buna hakikaten çok sinirleniyorum. Yazmak bu kadar kolay bir şey olmamalı! ‘Edebiyat’ yazma edebinden gelir. Yazma edebiniz yoksa edebiyata girmeyeceksiniz. Kitap okurken de aynı hassasiyeti gösteririm. Elim durmaz, sürekli tashih hatalarını, yanlışları işaretlerim.
Haftalık bir dergide bu titizlikle iş yapmak mümkün oluyor muydu?
O kadar vaktiniz yok tabii. O yüzden yanımda eve getirip kitaplarla sabahlıyor, ertesi gün işe gidiyordum. Gırgır’da da böyleydi. Oğuz Aral’la aynı apartmanda oturuyorduk. Pazartesi sabah 8:30’da Salacak’tan vapura biniyorduk. Sahil yolu yapılmamıştı, Salacak iskelesi duruyordu. Bütün hafta çalışıyorduk. Cumartesi sabah 4.45’te Kabataş’tan Üsküdar’a arabalı vapur vardı. Köprü de yok tabii. O vapurla eve dönüyor, 2 gün uyuyup tekrar gidiyorduk. Gece de çalışıyoruz, uyku falan yok. Cumhuriyet Kitap Eki’nde de başta böyleydi. 20 yıla yakın Dilek Akıskalı arkadaşımla yalnız başımıza çalıştık. Dışardan yazı alıyordum. Onlar doldurmuyordu tabii dergiyi. Takma isimlerle bir sürü yazı yazmışımdır.
Türkiye’de kitap eleştirisi ne durumda?
Bugün geçmişten daha iyi durumda olduğumuzu düşünüyorum. 1950’lerde Nurullah Ataç var. Ondan sonra gelenlerin içinde Rauf Mutluay, Asım Bezirci ve Fethi Naci, bir de Atilla Özkırımlı’yı sayabilirim. Eskilerin belli bakış açıları vardı. Belki tek katmanlı bakıyorlardı, bilemiyorum. Bugün gençlerin kitap tanıtımı konusunda çok geliştiğini görüyorum. Dergilerin en büyük avantajı bu oldu. Okullarda da artık bu konuda iyi eğitim verilmeye başlandı. Mimar Sinan’dan, Bilkent’ten, Boğaziçi’nden çok iyi yetişmiş gençler tanıyorum.
Bu işi yaparken aynı zamanda edebiyat çevreleriyle yakın ilişki içindeydiniz. Eleştiri yapmanın bir bedeli oldu mu size?
Türkiye’de eleştiri yapmanın bedeli, maalesef küfür yemektir. Hiç kimse eleştiriden hoşlanmaz. Bazı kafalar bunu çıkarcılık gibi algılayabilir ama bizim oraların bir lafı vardır, “Akıllı adam kendine atılan taşlardan bina yapar!” derler. Eleştirmen size bir şey söylüyorsa bunu dikkate alacaksınız. Tek söylediğim şey budur. Eleştirmen senin görmediğin bir yanını görebilir. “Ne diyor?” diye bir bak. Küfretme! O emek verip senin kitabını okuyor. Bir şeyi beğenmemişse bunu söyleme hakkı vardır.
Kıdemli bir sahaf müdavimisiniz. Sahafiye kitapları biliyor ve tanıyorsunuz. İşiniz gereği yeni kitapları da takip ettiniz, ediyorsunuz. O gözle baktığınızda geleceğin sahafiye kitapları neler olacak sizce?
Çok şey kalır… Yıllar önce, dergiyi ilk çıkarmaya başladığımda Fransa’da Gallimard Yayınevi’nin sahibi Mösyö Gallimard’la yapılmış bir söyleşi okumuştum. “Yılda 5000 kitap basıyorsunuz. Bunları neye göre seçiyorsunuz?” diye soruyorlar. “Bir program yapıyorsunuz. Sonuçta 5000tane dosya basacaksınız demektir. Öncelikli olarak önemli ve iyi bulduklarınızı basıyorsunuz ama 5000’e tamamlamak için ötekiler kadar iyi olmayan bir şeyler de basmanız gerekiyor. Umut bağladığınız kitaplar hiçbir şey olmuyor ama diğer kitaplar alıp başını gidiyor! Bu durumda neyi seçeceksiniz?” diyor.
Bu kadar öngörülemez mi hakikaten?
Öyledir diye düşünüyorum ama, bilemezsiniz. İyi bir anlatım elbette dışlanamaz ama boşluk doldurmak için basılanlar da sizi şaşırtabilir. Suzanna Tamaro’nun Yüreğinin Götürdüğü Yere Git kitabı mesela. Bu kitap İtalya’da 2 buçuk milyon satmış. Yayınevi’nin sahibi beyefendi bir söyleşisinde “Bu kitabı basarak İtalyan kültür hayatının içine ettim.” gibi bir laf söylüyordu. Kitap iyi değil mi? Hayır iyi… Keyifle de okunuyor üstelik.
Kararını sorgulama sebebi ne?
“İtalya’da zaten yılda 2 buçuk milyon kitap satılıyor. Bu kitap yalnız başına 2 buçuk milyon satarak diğerlerinin önünü kesti. Kültüre ihanet ettim.” diyordu yayınevi sahibi özet olarak. Baktığınızda sert bir dünyada bir büyükanneyle torununun sıcacık ilişkisi anlatılıyor. İnsanların buna ihtiyacı vardı muhtemelen. Belki ortalık biraz yumuşamış olsaydı o kitap satmayacaktı. Bilemiyoruz… Bir sebebi oluyor ve beklenmedik rakamlara çıkabiliyor bazı kitaplar. Yıllardır Philip Roth Nobel alacak diye bekliyordum. Yahudi fakat muhalif, o nedenle vermediler diye düşünüyorum. Alamadan öldü. Bizim Yaşar Kemal gibi. Dünya yıkıldı Yaşar Kemal diye, Nobel’i vermediler…
Okuma ritminiz ne? Gün içinde kaç saatinizi ayırıyorsunuz?
Kitap sizi yakalıyorsa zaten bırakmıyor. Dün gece oturdum, Wolfgang Schorlau okuyorum. Birden 150. sayfaya geldiğimi farkettim. Bu arada saat sabah dört olmuş. Bazı kitaplar kendiliğinden akıp gidiyor. Ama bazıları da zorluyor sizi. Cümleyi anlamıyorsunuz. Kitabın içine giremiyorsunuz. Eski eleştirmen ağabeylerimizin güzel bir lafı vardır; “Kitap size kendini ilk cümlesiyle okutur!” derler. İlk cümle sizi yakalıyorsa yakalamıştır. Foucault Sarkacı böyle bir kitaptır. 3. sayfada olmalı, “Birden onu gördü!” der. Neyi gördü acaba? diye merakla okursunuz. Ya da Stendhal’in Kızıl ile Kara’sı. Romanın kahramanı gençlik yaşamında bir aşk meselesi yüzünden doğup büyüdüğü kasabadan ayrılmak zorunda kalır. Bütün geçmişi oradadır. Artık ölüme doğru gideceği kara bölüme geçerken; yazar, “Görebildiği sürece dönüp çan kulesine baktı…” der. Bütün geçmişi orada. Kitapta sizi çekecek bir yan olmalı. Ne olursa olsun. Büyük romanların özelliği budur. Ve bunu çoğunlukla kitabın yarısına gelene kadar anlayamazsınız. İçeri (cezaevi) girmeden önce arkadaşlarıma, “Ben bu işi bırakmak istiyorum.” diyordum. Çünkü yeniden ve yeniden okumak istediğim çok kitap vardı. Dostoyevski’leri orta okuldayken okumuştum. Bir daha vaktim olmadı. İçeri girmek bunun için iyi bir fırsat oldu. Tolstoy, Dostoyevski koleksiyonlarının tamamını okudum. Çok şey yanlış kalmış aklımda. Dostoyevski’nin bu kadar dindar biri olduğunu asla farketmemişim mesela.
Ciddi bir kütüphaneniz ve iyi bir müzik koleksiyonunuz var. Kendinizi koleksiyoner kabul ediyor musunuz?
Hayır değilim. Ben bir okurum. Sahip olduklarım arasında belki müzik bir koleksiyondur. Onu da koleksiyon için yapmadım. Yararlanmak için topladım. Tarihini araştırdım. Bazı arkadaşlarıma bilgi olarak da aktardım, onlar yazdılar. Kaç şarkımız olduğunu kendimiz bile bilmiyoruz. “Bin yıllık müzik!” diyorlar. Hayır, bin yıllık falan değil. 17’nci yüzyıldan önce müziğin yok. Yok! Yıllardır itiraz ediyorum. Abdülkadir Meragi’nin söylediği şarkı bana bu kadar yakın olamaz! Mümkün değil. Nota yok, meşk yoluyla geldiyse her dönemde onu aktaran kişinin zevki, zamanın bilgisi, kültürü ekleniyor üstüne. Nihayet yeni yapılan CD’lerde, “Abdülkadir Meragi’ye atfedilen…’ yazmaya başladılar. Ancak atfedebilirsin.
1960’lardan beri sadık bir sahaf müdavimisiniz. Kütüphanenizde sahaf ganimeti sayılabilecek neler var?
Musikiyi aşağı yukarı tamamladım sayılır ama hâlâ aradığım birkaç Osmanlıca kitap var. Bir Faikü’l-Âsar arıyorum mesela. Mümkün değil bulamıyorum. Bulamayacağım da, biliyorum. Ethem Ruhi Üngör’ün arşivini İstanbul Üniversitesi aldı. Onu yerleştiriyorlarmış, orada gördüm. Muhtemelen fasiküller halinde yayınlanmış. Biri, o dönemde ciltletmişse elinize geçiyor. Yoksa kaybolup gidiyor. Seyfettin Bey’in (Özege) kataloğunda da olmayan bir sürü kitap var. Ufak tefek, broşür türü şeyler hep göz ardı edilmiş anladığım kadarıyla. Aradığınız bir sürü şey oluyor ama her aradığınızı bulamıyorsunuz.
İşin güzel tarafı da arıyor olmak değil mi?
Tabii. Heyecanlanıyorsunuz. O kadar yere haber bırakıyorsunuz. Sonra bir anda hiç beklenmedik bir yerde karşınıza çıkabiliyor. Yakın tarih okuduğumu söylediğim dönemde Cumhuriyet Kitap Eki’ni çıkarıyordum. Bibliyografyalarda Damar Arıkoğlu’nun Anılarım kitabına çok atıf yapılıyordu. O da bulunmayan bir kitap. Hiç rastlamadım bugüne kadar. Bir gün Ahmet Cemal’e gidiyordum. Moda Caddesi’ne çıktım, yürüyorum. Yanımdan geçen üç tekerlekli bir arabanın üzerideki gazete yığınının üzerinde üç tane kitap görünüyor. Biri ciltli, kırmızı küçük boy bir kitap. İkincisi Çözümlü Matematik Problemleri, üçüncüsü de Damar Arıkoğlu’nun Anıları! O tarihlerde Osmanlıcayı yeni yeni sökmeye çalışıyorum. Küçük kırmızı kitabın üstünde istifli bir yazı var. Okumama imkan yok ama arada ‘kanto’ diye bir şey gördüm. Damar Arıkoğlu’nun kitabını sordum, “50 kuruş!” dedi adam. O zamanki parayla beş milyon dese vereceğim… Çözümlü Matematik Problemleri’ni lisede çok kullandımdı. Ona da 50 kuruş dedi. En son Osmanlıca kitabı sordum. Biraz fazla para vereyim, derdim o. Yine “50 kuruş” dedi. 2,5 lira verdim. Çözümlü Matematik Problemleri’ni hemen orada çöp tenekesine attım. Diğer iki kitabı aldım geldim. Aradan epey zaman geçti. Senarist ve yönetmen Işıl Özgentürk aradı. “Sen müziğe meraklısın, Sevgi Soysal’ın Tante Rosa’sını filme alacağım. Kanto lazım bana.” dedi. Kanto biriktirmedim, nota var ama plak yok. “Bir kanto kitabı var, belki Darü’l-elhan kaydetmiş olabilir.” dedim. Arşivi İstanbul Üniversitesi’ne aktarılmıştı. Bir ihtimal oradaki taş plaklarda olabilirdi. Ruhi Ayangil ve Gönül Paçacı o dönemde hem icra heyetindelerdi hem de kütüphaneyi düzenliyorlardı. Gittim, Ruhi Bey ve Gönül Hanım oradalar. Bir de yan masada bir beyefendi oturuyor. Önüne bir hamparsum notası koymuşlar, çalışıyor. Kitaptan kantoların adını okuyorum, bakıyorlar. Ama yok, bulamadık. O beyefendi elimdeki kitabı görmek istedi. Verdim, adam kızardı. O kızarma beni çok işkillendirir. Biraz evirdi çevirdi. “Bunu satar mısınız?” dedi. “Ben de meraklıyım. Satılık değil.” dedim. “150.000 lira vereyim!” dedi. 50 kuruşa aldığım kitap için söylüyor bunu!
Yıl kaç? 150.000 lira neye tekabül ediyor?
1995 – 96 falan herhalde. Çok büyük para. ‘Muhtemelen bir iş var bunda!’ dedim. Sonra Ethem Bey’in Musiki Mecmualarının birinde Nota Yayıncılığımızın 100 Yılı diye bir makalesi vardı ona baktım. Orada bu kitaptan bahsediliyor. “Mustafa Yeşilova bu kitabın varlığından bahsetti ama bütün aramalara rağmen bulunamadı.” diye bir not düşülmüş. Aradan zaman geçti, bu arada Kalan Müzik’e danışmanlık yapıyorum. Hasan Saltuk aradı. Kanto albümü hazırlıyorlarmış. Doküman lazım. Mecmuadan bahsettim. “Getir onu ne olursun.” dedi. Albümün kitapçığında bendeki kitaptan üç sayfa kullandılar. Altına da Turhan Günay arşivinden diye not düşmüşler. Albüm çıktıktan sonra Özgür Gündem gazetesi o fotoğrafları da kullanarak bir haber yaptı. İki gün sonra biri aradı. Kaba saba bir adam.
“Turhan Günay! Sizde bir kitap varmış!”
“Ne kitabıymış o? Bende bir sürü kitap var.” dedim.
“Yok yok, onları demiyorum. Bir kitap varmış onu bana satar mısın?” dedi.
“Ne kitabı istiyorsun?” dedim.
“Özgür Gündem’de haber çıktı! Ona 3,5 milyar vereyim.” dedi. O zaman sıfırlar atılmamıştı daha. Kitabı ne sanıyor kim bilir? “Olmaz!” deyince 4,5 milyara çıktı!
Çok iyi para. Bugün olsa satar mısınız?
Bugün elimde o kitaptan 2 tane var. Biri hediye geldi. Kitap 1908’de basılmış. Sonradan öğrendim ki 1908’de, İkinci Meşrutiyet’in ilanı sırasındaki karışıklıklarda kitabın bulunduğu depo yanmış. O yüzden bulunamıyor.
Bu koleksiyon bir şeye dönüşecek mi?
Meraktan ve ilgi alanlarımı zenginleştirmek için kitap ve efemera topladım ben. Kızıma kalsın istiyorum. Babasından derli toplu bir şey kalmış olsun. Bana babamdan dört kitap kaldı diye seviniyorum.
Adına koleksiyon demeseniz de sahaflardan başka konularda eser topladınız mı?
Yazarlar açısından bir külliyatın eksiksiz olmasını tercih ederim. Bu yüzden sahaflardan çocukluğumda alamadığım çok fazla kitap aldım. Her şeyin ilk baskısı vardır örneğin. Koleksiyon diye bakmadım, o yüzden koleksiyon demiyorum. Geçen yıl Bursa Nilüfer Belediye için Fakir Baykurt Sempozyumu hazırladım. Bir gün yayıncısıyla konuşurken Amerikan Sargısı ile ilgili bir şey söyledim, yayıncı arkadaşım Kenan Kocatürk itiraz etti. “Acaba yanlış mı hatırlıyorum.” diye merak ettim. Eve geldim, son baskıyı ve 77’de ilk okuduğum versiyonu aldım. İki kitabın birbiriyle hiç ilgisi yok. Fakir Bey beş kere yeniden yazmış. Bizde çok vardır bu. Kemal Tahir’de var, Orhan Kemal’de var. Orhan Kemal Murtaza’yı üç kere yazmış.
İçerikte neler değişiyor bu yeniden yazmalar esnasında?
Bir şeyler ekliyor ya da değiştiriyorlar. Ana yapı aynı ama eklemeler var. Batı’da bunu yapamazsınız. Roman olgunlaşır, basarlar. Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları’nı iki defa yazmış. 1957’deki ilk baskıda Paşazade olağanüstü bir adam. Üçlemenin son kitabı Yol Ayrımı’nda sevimsiz bir adama dönüşmüş. Sonraki yıllarda oturmuş ilk kitabı değiştirmiş. Ben bunu doğru bulmuyorum.
Yazarın geçirdiği dönüşümü görmek için veri olarak kullanılamaz mı bu farklı versiyonlar?
Yazar her zaman değişecektir. O zaman yeni bir şey yazacak. Muhtemelen bugün yaşıyor olsalardı Bronte Kardeşler de “Burası böyle mi yazılırdı” deyip değiştirmek isteyebilirdi. Ya da David Copperfield… Şimdilerde yapılmıyor gördüğüm kadarıyla ama geçmişimizde çok fazla var. Yazarlarımızın birçoğu bunu yapmış. Neden? Ben, ilk baskıyı okuyan adamı neden aptal yerine koyuyorsun? Neden satıyorsun bana o kitabı.
Farkettiğinizde bunu yapan yazarlara “Niye?” diye sorma şansınız oldu mu?
Oldu tabii. Bir şey demiyor. “Bir şeyler eksikti” falan. Tamam da yayınlama o zaman!
1960’lardan itibaren Cağaloğlu’ndaydınız. Bölgenin dönüşümüne de şahitlik ettiniz. Babıali ne zaman, nasıl ve neden boşaldı?
O dönüşüm yanlış bir planlama sonucu yaşandı. Bedrettin Dalan’ın Cağaloğlu hinterlandını özellikle Araplara yönelik bir alışveriş merkezine dönüştürme projesi vardı. O nedenle gazetelere İkitelli’de yer tahsis etti. Buradan çıksınlar diye neredeyse bedava verdi o yerleri. Hepsi orada arsalarını aldılar. Hürriyet’in binası halıcı, Milliyet’in binası kuyumcu oldu. En son Cumhuriyet kalmıştı, o da çıktı. Onun binası da otel olacak galiba. Fakat Dalan belediye başkanlığını kaybedince proje gerçekleşemedi. Orası ölü bir alana dönüştü. Meserret Kıraathanesi, İkbal Kıraathanesi falan yerlerinde duruyor ama hepsi halıcı, antikacı haline dönüştü. Bir de tabii Babıali çok pahalıydı ama Beyoğlu ucuzdu. Herkes bunu fırsat bildi ve oradan ucuza yer kapattılar. İlk giden Cem Yayınevi ve Metis’ti galiba. Onların yanına Rıfat Ilgaz’ın Çınar Yayınları geldi, sonra Afa Yayınları…
Babıali’nin boşalmasının kültürel bir karşılığı da oldu mu?
Bir gazeteci olarak sadece şundan dolayı üzüntü duyarım; Gazeteciler Cemiyeti hâlâ orada. Bir tane gazete yok ama Cemiyet binası duruyor. Cemiyet’in bir lokali vardı, herkes akşam işinden çıkınca oraya uğrardı. Birbirimizi tanırdık. Artık tanımıyorsun kimseyi. Bir arada olunca kolay ilişki kurabiliyordun. Yazarlarla görüşme şansın yüksekti. Bir de kötü örnek vereyim; benim başladığım yıllarda Cağaloğlu meydanı dediğimiz o dört yol ağzından Sirkeci’ye kadar 17 tane işkembeci, 117 tane de meyhane vardı.
Neden?
Çünkü gazeteler gece 02:30’da baskıya girerdi. Yazarlar ve gazeteciler o saate kadar orada olmak zorunda. Prova baskıyı alacak, yazısının basılmış halini görecek, düzeltme gerekiyorsa yapacak. O saate kadar evine gidemezdi kimse. Gece 02:00’de Çetin Altan’ı yolda görürdünüz. Bugün bunların hiçbiri yok, kalmadı. O canlılık artık hiçbir yerde yok.
Sağ, muhafazakar yayınevleri de Babıali’deydi aynı yıllarda. Aralarında ilişki var mıydı?
Vardı tabii. İçsin içmesin herkes Cemiyet’e gelirdi bir kere. Benim dönemimde bir tek Son Havadis dışarıdaydı, hatırladığım kadarıyla. Onun yeri Topkapı Surları’nın dışındaydı. Tercüman bile Cağaloğlu’ndaydı, sonra gitti.
12 Eylül Darbesi’ne zemin hazırlayan siyasi karışıklık Babıali’ye yansıdı mı?
Gazeteciler belki bir arada oturmuyorlardı ama Ahmet Kabaklı’yı da, İlhan Selçuk’u da görürdünüz. İnsanlar birbirleriyle selamlaşırdı. Gazeteciler arasında polemikler olurdu ama bir araya geldiklerinde gayet güzel sohbet ederlerdi. Kimse kimseye kızmazdı. Bir gerginlik olduğunu hatırlamıyorum, yoktu çünkü. Şimdi konuşamıyorsun bile. Herkes çok sinirli.
Anılarınızı yazmayı düşünüyor musunuz?
Hayır! Artık anı yazmak büyük tehlike. İçki masasından bahsediyorsun, çocuğu çıkıp “Babama alkolik dedin!” diye dava açıyor… Bir tereddüdüm daha var. Memet Fuat, anılarının girişine anı yazmakla ilgili uzun bir giriş yazmıştı. Uzun yıllar yaptığımız tartışmaların sonucunda çıktı bu yazı. İtiraz ediyordum ben.
Neden?
Çünkü bir anıyı birine anlatıyorsun, üç gün sonra bir başkasına anlatırken başka şekilde anlatıyorsun. Acaba dışarıdan bir şeyleri üstüne mi yapıştırıyoruz? Yoksa kendimiz yeniden mi kurguluyoruz? Bunu aşamadığım için anı yazmaktan çok korkarım. Yanlış bir şey söylersen insanları da yanlış yönlendirmiş olursun. Ryunosuke Akutagava’nın Raşomon diye bir öyküsü vardır. Bir Japon asilzade ve karısı seyahat ederken haydutların saldırısına uğrarlar. Haydutlar kadına tecavüz eder. Sonra yakalanır ve yargılanırlar. Mahkemede herkes başka bir şey anlatır. Kadın, kocası, arabacı, haydutlar… Herkesin bilincine, durduğu ve baktığı yere ilişkindir söyledikleri. Hiçbiri olayın bütününü veremez. Onun için diyorum anı yazmak çok zor şey diye.
Ne kadar kitabınız var, biliyor musunuz?
200.000 civarında olduğunu sanıyorum.
Bir şeye dönüşecek mi?
Şu anda alt kattaki dairede duruyorlar. Çalışma alanı olarak düzenledim orayı. Bütün arkadaşlarıma da haber gönderdim. “Araştırma yapacaksanız; dergi, kitap kullanmanız gerekiyorsa gelin.” dedim. Bu kitapların çoğu bana yayınevlerinden geldi. Yazarlar imzalayıp gönderdiler. Şimdi bunlardan birileri yararlansın. Fakat aklımda Marmara Adası’nda bir kütüphane kurmak var. Marmara Adası, 1970’li yıllara kadar yazarların gittiği tek yer. Melih Cevdet’ler, Oktay Akbal’lar, Fethi Naci’ler falan kim varsa oraya gitmiş. Bodrum keşfedilene kadar herkes yazını orada geçirmiş. Oya Baydar’ın da evi var orada. Orayı ‘Yazar Evi’ yapmak istiyor. Ben de acaba bir kütüphane mi kursak diye düşünüyorum. Başarabilecek miyiz bilemiyorum ama niyetim o.
Mart 2021
Söyleşi: Ayşe Adlı
Fotoğraf: Bahtiyar İstekli
Bugün, enerjiniz oldukça yüksek olacak ve hedeflerinize odaklanmak için harika bir gün olabilir. Kendinize güveniniz artacak ve kararlılığınız sayesinde önemli adımlar atabilirsiniz. Ancak, fazla aceleci davranmaktan kaçınmanızda fayda var. İletişimde olduğunuz insanlarla uyum sağlamak için sabırlı olun ve karşılıklı anlayışı ön planda tutun. Kişisel gelişiminize odaklanmak ve yeni projelere adım atmak için harika bir gün olabilir. Keyifli bir gün geçirmeniz dileğiyle!
Bugün duygusal ilişkilerinizde dürüst ve açık olmaya özen göstermelisiniz. İçinizde biriken duyguları ifade etmek sizin ve karşınızdakiler için sağlıklı olacaktır. Ayrıca, iş hayatınızda sabırlı ve planlı adımlar atarak hedeflerinize ulaşabilirsiniz. Bugün maddi konularda dikkatli olmanızda fayda var, gereksiz harcamalardan kaçının. Enerjinizi doğru yönlendirdiğinizde verimli bir gün geçirebilirsiniz. Umarım bugün keyifli ve başarılı bir gün geçirirsiniz.
Merhaba! Bugün, İkizler burcundaki insanlar için iletişimleri oldukça önemli olabilir. Zihinsel ve sosyal aktivitelerde etkili olabilir, stratejik düşüncelerinizle dikkat çekebilirsiniz. Özellikle iş konularında projelerinizi ve fikirlerinizi paylaşmak için uygun bir gün olabilir. Kendinizi ifade etmede daha güçlü hissedebilir ve çevrenizle daha kolay etkileşimde bulunabilirsiniz. Ancak, kararsızlık yaşayabileceğiniz durumlarda mantıklı ve akılcı kararlar almaya gayret etmelisiniz. Umarım bugün güzel ve verimli bir gün geçirirsiniz!
Bugün duygusal dalgalanmalar yaşayabilirsiniz, bu nedenle kendinize karşı şefkatli olmaya özen göstermelisiniz. İletişimde bazı aksamalar olabilir, bu durumu abartmamaya çalışın. Sevdiklerinizle zaman geçirmek size iyi gelebilir ve sizi rahatlatabilir. Kendinize zaman ayırarak iç huzurunuzu sağlayabilirsiniz. Ufak detaylara takılmayın ve hayatı daha akışına bırakın.
Merhaba! Bugün Aslan burcundaki kişiler için, duygusal konularda dengeli ve kararlı olmanız önemli olacaktır. Özellikle partnerinizle iletişimde nazik ve anlayışlı olmaya özen göstermelisiniz. İş hayatınızda ise yaratıcılığınızı kullanarak öne çıkabilir ve güçlü bir etki bırakabilirsiniz. Sağlığınıza dikkat etmeyi unutmayın, bugün kendinize zaman ayırarak dinlenmeye ve stresten uzaklaşmaya çalışın. Umarım bugün keyifli ve başarılı bir gün geçirirsiniz.
Bugün odaklanma ve disiplin gününüz olacak. Çevrenizdeki detayları fark edecek, planlarınızı titizlikle uygulayacaksınız. İletişimde net olmaya özen gösterin ve gereksiz detaylara takılmaktan kaçının. Bugün, sağlık ve beslenme konularına da dikkat ederek kendinize özen göstermeniz faydalı olacaktır.AreaView Günlük Burç Yorumları'nda olumlu ve yapıcı enerjiler hakim olacak.
Bugün ilişkilerinizde dengeyi kurmaya odaklanmalısınız. Karşılıklı iletişimde anlayışlı olmaya gayret edin ve karşınızdaki kişilerin duygularına saygı gösterin. Özellikle iş ortamlarında uyumlu olmanız sizin için faydalı olabilir. Sevdiklerinizle keyifli vakit geçirmek için de uygun bir gün. İyi bir denge sağladığınızda her şey daha kolay ilerleyecektir.
Bugün duygusal anlamda derin düşüncelere dalabilirsiniz. Kararlarınızı dikkatli bir şekilde vermeniz ve hayallerinizle gerçekçi olmanız önemli olacak. İlişkilerinizde anlayışlı ve sabırlı olmaya çalışın, çatışmalardan kaçının. Yoğun tempo altında çalışırken kendinize zaman ayırmayı unutmayın. Sağlığınıza dikkat etmeye özen göstermelisiniz.
Merhaba! Bugün duygusal anlamda biraz hassas olabilirsiniz ve çevrenizdeki insanların sizin duygusal ihtiyaçlarınıza daha fazla dikkat etmesini isteyebilirsiniz. Kendinize zaman ayırarak içsel huzuru ve dengeyi bulabilirsiniz. Karşınıza çıkacak fırsatları değerlendirmek için cesaretinizi toplamanız gerekebilir. İlişkilerinizde iletişimde dengeli olmaya özen gösterin. Keyifli bir gün geçirmeniz dileğiyle!
Tabii ki! Bugün, Oğlak burcundakilere, iş hayatlarında gelişmeler ve fırsatlar olabileceği, finansal konularda dikkatli olmaları gerektiği ve yakın ilişkilerinde daha anlayışlı olmalarının faydalı olabileceği söyleniyor. Ayrıca, bugün sağlık ve huzur bulabilecekleri aktivitelere zaman ayırmaları öneriliyor. Umarım günlük burç yorumunuz size rehberlik eder!
Merhaba! Bugün, Kova burcundaki insanlar için gerçekleştirmesi gereken planları değerlendirmek ve hedeflerine odaklanmak önem taşıyor olacak. Duygusal anlamda ise, iletişimde açık olmaya çalışmalı ve duygularınızı ifade etmekten kaçınmamalısınız. Etrafınızdaki insanlarla sağlıklı iletişim kurarak ilişkilerinizi daha da güçlendirebilirsiniz. Ayrıca, bugün kendinize zaman ayırarak hobi veya ilgi alanlarınıza yönelebilir, yaratıcılığınızı ortaya çıkarabilirsiniz. Hayatınıza pozitif enerji katmak adına bugünü en iyi şekilde değerlendirebilirsiniz. Umarım bugün size bol şans getirir!
Tabii ki! Bugün, Balık burcundaki insanlar için ilişkilerinizi dengelemeniz gerekebilir. Sevdiklerinizle olan iletişiminizi daha dikkatli yönetmeli ve anlayışlı olmaya özen göstermelisiniz. Kendinize zaman ayırarak duygusal dengeyi sağlayabilir ve iç huzurunuzu artırabilirsiniz. Kendinize ve çevrenizdeki insanlara karşı nazik olun, anlayışlı davranın. Uzun vadeli hedeflerinizi gözden geçirmek ve üzerinde çalışmak için iyi bir gün olabilir. Sağlık konularında dikkatli olmak ve düzenli egzersiz yapmak da faydalı olacaktır.