Pulp Fiction filminde John Travolta arabada yanlışlıkla birini öldürür ve Tarantino’nun evine yardım istemeye gider. Harvey Keitel yardım için gelir ve cesedi yok etmeyi, arabayı temizlemeyi sistemli bir şekilde öğretir. O gittiğinde hiçbir şey olmamış gibi tertemizdir, araba da ev de.
Diyarbakır’dayım. İlk kez geldim şehre. Şehir büyüleyici. İnsanlar nazik, insanlar gülümsüyor, insanlar misafirperver. Aklımda Tahir Elçi, aklımda Sur, aklımda Taybet Ana, aklımda Diyarbakır Cezaevi. Unutmuşlar diyorum bir ara.
Dönerken beni havaalanına götüren taksi şoförüne soruyorum:
“Ne oldu Sur’da yaşayanlar?”
“Gittiler abi. Başka şehirlere, başka ülkelere ve Diyarbakır’a” diyor.
Anlıyorum ki Sur başka Diyarbakır başka hikaye.
“Herkes çok nazik ve gülümsüyor.” diyorum.
“Abi inadına yaşamaya devam edeceğiz. Ben sekiz ay o çatışmanın ortasındaydım. Sekiz ay durmadı silah sesleri. Allah kurtardı.” diyor.
Anlıyorum ki unutmamışlar. Yaşamaya devam etmeyi seçmişler.
Halbuki Sur yıkılmış. Diyarbakırlıların deyimiyle “Toledo” çakması bir semt inşa edilmiş, büyük bölümü çimlendirilmiş, yemyeşil “Amerikan Mezarlığı” gibi. Pulp Fiction’daki araba gibi. Bu geldi aklıma orada. Nedense?
Diyarbakır’da bir tiyatro festivali yapıldı 20-30 Ekim tarihleri arasında. Amed Şehir Tiyatrosu’nun sekizinci kez düzenlediği “FESTÎVALA ŞANOYÊ YA AMEDÊ”. Festivalde Ban Theater (Almanya-Hamburg) ve Antract Theater (Belçika) ortak yapımı QESRA BALINDEYÊN XEMGÎN (Hüzünlü Kuşlar Kasrı) isimli bir oyun prömiyer yaptı. Yöneten Belçika’da yaşayan tiyatrocu Hüseyin Umaysız. Oyuncular Alan Ciwan ve Xezal Redkani. Oyun Süleymaniyeli Kürt yazar Bahtiyar Ali’nin romanından uyarlama. Bahtiyar Ali Türkçede tanınmıyor ama Almanya, İngiltere ve Fransa’da çok satan hatta best seller olan kitapların yazarı. İzlemek için Hüseyin Umaysız’ın davetiyle gittik festivale. İyi ki de gitmişim.
Kurmançi oynanan bir oyunu anlamayıp sıkılacağıma emindim ama Hüseyin Umaysız ısrarla sözün müziğini dinlememi ve konunun önemli olmadığını söyledi. Kısmen haklıydı. Reji bütün çağdaş formları kullanıp teknolojiyi çok ekonomik bir şekilde, gözümüze sokmadan oyunun içine yerleştirmiş. Söz önemli tabii ki, ama izleyici olarak performans oyunculuğu ışık ve rejinin büyüsüyle oyunla hemhal oluyorsunuz. Bedenini muhteşem kullanan Alan Ciwan ve sahneye ilk kez çıktığını sonradan öğrendiğimiz Xezal Redkani’den muhteşem bir oyunculuk izledik.
Koku metaforunda kim olduğunu, kime dönüştüğünü soran metin, göç, savaş ve aşkı sorguluyor. Bunu yaparken bazen beden, bazen ışık, bazen de söz öne çıkıyor ama hiç biri diğerini baskılamıyor. Oyunun en önemli özelliği belki de sahnedeki her şeyin dengeli olması.
Hikaye anlatma geleneğini, oryantalist olmadan, çağdaş bir formda anlatan Hüseyin Umaysız, en korktuğu ve asla yapmayacağı şeyin oryantalist olmak olduğunu söylüyor. Bu yüzden çok düşünmüşler, çok çalışmışlar ve bu tuzağa düşmemişler. Hikaye anlatmanın kadim hissiyatını oyunu izlerken yüreğinizin orta yerinde buluyorsunuz.
Ben bir oyun izlemek için Diyarbakır’a gittim. Diyarbakır’da da, izlediğim oyunda da bombalara rağmen sevişen insanları gördüm; başka bir dünya, yeni bir tiyatro dili keşfettim. Sağolsun Diyarbakırlılar ve Hüseyin Umaysız. Sizin oyunu izlemek için Diyarbakır’a gitmenize gerek yok. İstanbul’daki tek temsil 3 Kasım’da Moda Sahnesi’nde.