Anne “Sahnede yaşadım” diyen Gülçin Üstüntaş, baba Aydın Üstüntaş olunca, Ebru Üstüntaş için tiyatrodan uzak bir hayat, düşünebilir miydik? Elbette, hayır.
Ordu Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu’nun gişesi, kulisi, salonu, fuayesinde yaşadı. Perde arkasında, dekorların arasında, provalarda… Dağarcığına hayatın, repliklerin, notaların renklerini ekledi hep. Zaten daha o yaşında belleğinin başrollerinde hep replikler, şarkılar vardı… Hepsi birikti bir yerlerde. Günü geldiğinde kullanılacaktı nasıl olsa. Öyle de oldu.
Çocuk oyunlarında da, yetişkin oyunlarında da başarılı yorumlara imza attı.
“Fehim Paşa Konağı”, “Adem’in Kaburga Kemiği”, “Çatal Matal”, “Düğün Ya Da Davul”, “Sultan Kız”, “Sultan Kız”, “Gençlik Gençlik”, “Bremen Mızıkacıları”, “Dağ Denize Kavuştu”, “Yarını Akıl Yapar”, “Töre”, “Bir Garip Oyun”, “Uzaklar”, “Kuvay-i Milliye Kadınları”, “Kutulaştırma”, “Bir Şehnaz Oyun”, “Ay Carmela”, “Kanlı Düğün”, “İlerleme Kelimesi Annemin Ağzında Feci Yanlış Tınlıyordu”, “Ev Yapımı Eylem”, “Çingeneler Gökyüzünde Yaşar”, “Söz Veriyorum”, “Kimse Öyle Şeyleri Konuşmuyor Artık”, “İkinci Perdenin Başı”… Ordu Büyükşehir Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu, Samsun Oda Tiyatrosu, Çankaya Belediyesi Şehir Tiyatrosu, Ankara Tiyatro Fabrikası, Tiyatro Rampa, Mask Kara Tiyatrosu, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda sahne aldı.
Yönettiği oyunlara gelince: “Kanlı Düğün”, “Oyuncaklar Firarda”, “Duvar”, “Mavi Gök Mavi Deniz”, “Bir Şehnaz Oyun”, “Bir Kümes Hikayesi”.
Ebru Üstüntaş‘ı 2018 yılında “Ev Yapımı Eylem” ile tanımıştım. Sonrasında “Söz Veriyorum”da yaşar kıldığı Lika’yı hiç unutmadım… Ve tabii, “İkinci Perdenin Başında” Afet ile sergilediği dorukta oyunculuğu… Şimdi nasıl hatırlamam, “Kimse Öyle Şeyleri Konuşmuyor”daki başarısını… Tek kelimeyle düzey sergilemişti.
Oyunculuğunu farklı, olabildiğince özgün kılan, hayatın gerçeklerine dair iç görüsü kadar sahneye yakışan fiziği, sıcak, samimi duruşuydu hiç kuşkusuz. Tepeden tırnağa tiyatrocuydu. Yaşamakla oynamak arasındaki doku uyuşmasını çok iyi biliyor, sahneye çıktığı andan itibaren izleyici ile duygusal bir bağ kuruyordu. Dahası canlandırdığı karaktere ait satır altlarını çizip, özenle notlar, taptaze duygu esintileri serpiştiriyordu. Gülşen Karakadıoğlu‘nun “Ebru Üstüntaş Çehov oyuncusudur” tespitini hatırladım birden.
“İkinci Perdenin Başı“nı izledikten sonra defterime şunları yazmıştım:
” …sadece tiyatro dünyasında değil aslında hemen her sektörde yaşanan ast / üst ilişkilerini, hırsları, hoyrat isyanları, korkuları, ufunetli rekabetleri başarıyla anlatmakta.
Afet ve Muhsin. Her ikisinin de hayatlarında haykırışlar, onmaz acılar, bekleyişler vardı. Av ve avcı, yara ve bıçak, yem ve ökse olmuşlardı hiç durmadan. Sürekli dirilen, istila eden hatıralar da cabası.
Afet ve Muhsin için bir yanlışın bittiği yerde bir başka düş, hayat kırıklığı başlamıştı hep.Geç kalmışlardı.. Belki de hep erken çıkmışlardı yola.
Gözleri acılıydı. Geriye, sıfır noktasına dönmek enikonu olasızdı artık, biliyorlardı. O halde bir tabanca… İkinci perdenin hemen başındaki o mektup adam rolü… O yarım sayfalık tirat.
Alp Tuğhan Taş ve Ebru Üstüntaş dorukta iki oyunculuk örneği sergilerken, yanıtını asla bilmedikleri, bilemeyecekleri soruların prangalarına müebbeten tutsak edilmiş Muhsin ve Afet’i yorumlarken, adeta hayatlarımızdan bir kreşendoyu gözler önüne seriyorlar.
Ebru Üstüntaş Afet rolünde, kağıt kesiklerine benzeyen, küçük acıtan yaraları, o derin yalnızlıklar o o kadar başarıyla ortaya koyuyordu ki…
Havada ayaz vardı. Havada kül kokusu. Cadde boştu. Işıklar dönmüştü. Afet bir an durdu, bir şeyler söyleyecekti. Vazgeçti.”
Birinci yaşgünü sahnede kutlanmıştı Ebru Üstüntaş’ın. Dediğim gibi, gişede, salonda, fuayede geçti neredeyse tüm çocukluğu, kuliste uykuya daldı çoğu zaman… Alkışlarla uyandı. Beş yaşındayken “Fadik Kız” adlı oyunda sahneye çıktı. İlk repliği mi:
“Annee.”
Öyle dönemler oldu ki günde üç, ayrı çocuk oyununda, akşam yetişkin oyununda izleyici karşısına çıktı.
“Çalışma disiplinini, azmi o yıllarda öğrendim. Her koşulda tiyatro yaşar kuralını da… Yani, oyuncu yakınını kaybeder, hatta ölür ama perde kapanmaz.”
Dans etmeyi, müziği çok sevmektedir Ebru Üstüntaş. Ankara Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı Bale Bölümü’nü kazanır. Zor zamanlardır. Yatılı öğrencidir, ailesinden uzaktır ve bir de son derece sert, talebesine olumsuz yaklaşan o bale hocası. Sene sonunda konservatuarı bırakır. Geri döner.
Biraz hayal kırıklığı yaşamıştır, biraz mutsuzdur. Neyse ki tiyatro vardır hayatında. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Oyunculuk Bölümü onu beklemektedir. İpek Bilgin, Turgut Özakman, Işık Toprak, Ergin Orbey, Nurşim Demir, Nurhan Karadağ, Kazım Akşar gibi isimler hocaları olur. Özellikle İpek Bilgin hayatında en önemli kilometre taşlarından biridir.
“Eric Morris Oyunculuk Tekniği’ni İpek Bilgin’den öğrendim. Bu teknikte aslolan oyuncunun iç dünyasıyla bağlantı kurması, böylece rolün iç dünyasını keşfetmesidir. Yani, oyuncu içe doğru bir yolculuk yapar, kendisiyle, travmalarıyla, karmaşalarıyla yüzleşir, kendini tanır, bentlerini yıkar… Farkında olmayı başarır. Farkında olmak daha iyi, daha net bir biçimde görmesini, duymasını, hissetmesini, empati kurmasını sağlar. Duygu belleği girer devreye. Eric Morris sahnede oynamayı değil, sahnede olmayı hedefler.”
“Role dıştan bakıp, içe doğru yolculuk yapıyorum. ‘Çingeneler Gökyüzünde Yaşar’ın okuma provası bitip, mizansen için sahneye geçtiğimizde, canlandırdığım karakterin giysi ve aksesuarlarıyla gelmiştim. Şaşıranlar olmuştu. O karaktere gündelik giysilerle giremez, karakteri içselleştiremez, tam olarak anlayıp, kabullenemez, doğru duygusal bağ kuramazdım ki.Mesela bir hostesi canlandıracaksanız, ayağınızda bot olamaz öyle değil mi? Tiyatroda ayrıntılar önemlidir, vazgeçilmezdir.”
Ne çok oyunda rol almıştı Ebru Üstüntaş. Peki içlerinde unutulmaz olanlar, en sevdikleri…
“Hepsi diyebilirim. Şanslıydım. Hep başrollerde oynadım. ‘Bir Şehnaz Oyun ‘ derim öncelikle. Sonra ‘Ay, Carmela’, ‘Söz Veriyorum’, ‘İkinci Perdenin Başı’ diyebilirim. Bazen yaşar kıldığımız karakterler, oyuncu olarak yaşadığımız geçişlere, süreçlere, hayat ve hayal kırıklıklarına, karadan kara, zifirden kara zamanlara, boşluğa düşüp çakıldığımız anlara denk gelebiliyor ve o rol ile onarıyoruz kendimizi… Tiyatronun böyle bir iyileştirici gücü var. Aslında sahne büyülü bir yer. Sahne hayatta önemli bir koz bizler için. Orada derdimizi aktarıyor, söylenecek sözümüzü söylüyor ve belki de en önemlisi umut hep var, diyebiliyoruz.”
Ebru Üstüntaş, oyunlarda, televizyon dizilerinde, kısa filmlerde, reklam filmlerinde rol aldı, konserler verdi (1991’den beri jazz, pop, türkü, rock yorumcusu, “Türbülans” adlı bir de müzik albümü var) turneler, dans eğitmenliği, oyunculuk eğitmenliği yaptı yıllar içinde.
Hayatta en büyük mucizesi mi?
“Oğlum, Şan. Ondan çok şey öğreniyorum ve bu öğrendiklerim oyunculuğumu etkiliyor.”
Sahi, “İkinci Perdenin Başı” adlı oyunda Şan’ın bir bestesi de yer almakta. Böylece anne oğul bir oyunda ilk kez beraberler.
Sansür, hele otosansür
“Gelenekler, görenekler, dayatılmış hayatlarla örselenmişiz. Her şeyden önce zor bir coğrafyada yaşıyoruz. Susturulmuşluk, vurdumduymazlık, bastırılmışlık, korkular, dipsiz kuyularda tartışmalar, tekdüzeliğe boyun eğme, samimiyetsizlik ister istemez kısıtlamalara neden oluyor. Oysa sanat sınırsızlıktır. Sanatla hayatın gerçeği birbiri içinde eritirken özgürlük esastır.”
Buğulu bir pencere camı
“Sevgi’ sözcüğünü yazardım sadece. Çünkü sevgi tutkunun, özverinin, iyi duyguların, içtenliğin billurlaşmış halidir.”
Yavuz’un sorularını yanıtlıyor Ebru Üstüntaş:
Yavuz Pak: Ebru Hanım, hem Anadolu’nun farklı şehirlerinde, Ordu’da, Ankara’da hem de İstanbul’da tiyatro yapmış bir tiyatro insanı olarak, Anadolu’daki ve İstanbul’daki tiyatro anlayışı, yapım süreçleri, seyircinin tiyatroya yaklaşımı üzerinden genel bir değerlendirme ve karşılaştırma yapabilir misiniz?
Ebru Üstüntaş: Anadolu ve İstanbul’da tiyatroya yaklaşımdaki farklılıkların temelinde kültürel farklılıklar ve yaşam biçimleri etkili oluyor. Bu farklılık, eskiden beri süren bir durum aslında. Günümüzde bu merkez ve çevre denilebilecek bu yapılar arasındaki mesafenin daha da açıldığı söylenebilir. İstanbul değişimin merkezi ve değişim hızı, dinamizmi yüksek olduğundan buradaki tiyatro anlayışı Anadolu’dan çok daha hızlı değişiyor.Tiyatro sürekli kendini yenilemek, değişmek ve gelişmek durumunda çünkü hayat değişiyor. Örneğin, son dönemde tiyatro daha çok seyirci çekebilmek için dizilerde oynayan ünlü isimleri sahneye taşıyor. Seyiciler açısında da eskisinden farklı olarak, tiyatroya yaklaşım ve alımlama anlamında bir kopukluktan ziyade yakınlık olduğunu düşünüyorum. Günümüzde ana akım medya ve farklı dijital platformlar ve teknolojilerle merkezde gelişen akımlara kolaylıkla erişebiliyor. Dolayısıyla Kadıköy’de yapılan bir oyunun konusu, içeriği, estetiği Anadolu seyircisine yabancı gelmiyor artık. Tiyatromuzun gidişatından umutluyum çünkü çok yönlü, çok çeşitlilik barındıran ve farklı tiyatro biçimlerinin aynı anda hayat bulduğu bir süreçten geçiyoruz.
Yavuz Pak: Bugün, holdingler tarafından desteklenen ve büyük prodüksiyonlar üreten sahneler ekonomik krizde dahi dolup taşarken, alternatif/bağımsız tiyatroların seyirci sorunu yaşamalarını neye bağlarsınız?
Ebru Üstüntaş: Estetik boyutu ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, yine ünlü yüzlerin, görselliğin, teknik olanakların öne çıktığı pahalı prodüksiyonların da tiyatroya seyirci çekmesini olumsuz bulmuyorum. Bir bakıma, sanatsal ve ticari yaklaşımların postmodern bir bileşimi gibi değerlendirilebilecek bu durumu da kötü olarak değerlendirmiyorum. Tiyatronun çok kötü dönemlerine tanıklık ettik, tiyatronun bittiğinin iddia ettiği süreçlerden geçtik. Şimdi geldiğimiz noktada, ben bu tür girişimlere de olumlu bakıyorum, çünkü ne olursa olsun, her şey tiyatro için yapılıyor. Bodrum katlarında da, büyük prodüksiyon salonlarında da yapılan her şey tiyatro sanatını geliştirmek için yapılıyor.
Yavuz Pak: Ödenekli tiyatrolarının hakimiyetine karşı ortaya çıkan ve bugün artık ana akım haline gelen alternatif/bağımsız tiyatrolar kimlik siyaseti temalı oyunlara yoğunlaşırken, ülkenin ve toplumun güncel, yakıcı, somut ekonomik/politik sorunlarına (enflasyon, işsizlik, gericilik) mesafeliler. Bu uzak duruş hâli ya da çekingenlik, sizce otosansüre mi işaret ediyor yoksa ideolojik/politik bir tercih midir?
Ebru Üstüntaş: Ekiden, AST gibi daha devrimci bir yaklaşıma sahip ve halkın sorunlarıyla ilgili sözünü söylemekten çekinmeyen tiyatrolar vardı. Aslında, sayıları azalsa da, bugün de bu tür tiyatrolar hâlâ var. Bu bir ekoldü bence. Bugün sözünü farklı biçimlerde söylemeye çalışıyor tiyatrolar. Ben bu noktada da umutsuz değilim. Tabii, günümüzün bireyselleşme süreçlerinin de etkisiyle daha bireysel temalar üzerinde duruluyor. Evet, ekonomik krizle ilgili de konuşmalıyız ama, -bunu kendim için söylemiyorum- bizi çok sindirdiler. Genel olarak da, toplum olarak da sindirildiğimiz söylenebilir. İnsani ilişkilerimizde bile bir tükenmişlik yaşıyoruz adeta. Daha duyarsız olduğumuz ve içimize kapandığımız, bireyselleştiğimiz bir zaman dilimi içinden geçtiğimiz.
Yavuz Pak: Bu noktada, tiyatronun içinden geçtiğimiz neo liberal çağda ciddi bir etik sorunu olduğunu düşünüyorum. Bencil bireyciliğin hiç olmadığı kadar toplumsallaştığı bu dönemde, oyuncular beğenilme ve şöhret olma arzusunu zirveye taşıyarak sahnede seyirciyi yok sayacak kadar egoistleşebiliyorlar. Öte yandan yükselen psikolojizmin etkisiyle, kendi psikolojik sorunlarını, henüz 20’li yaşlarındayken bile otobiyografilerini anlattıkları oyunlar yapmakta beis görmüyorlar. Sanırım bu durum da bahsettiğiniz bireyselleşme süreçleriyle ilgili…
Ebru Üstüntaş: Ne yazık ki ben de son zamanlarda benzer şeylere tanıklık ediyorum. Seyirciyi umursamayan, sahnede sadece kendisiyle meşgul olan bir oyunculuk türü ortaya çıkmaya başladı. Oysa tiyatro seyirciyle var olan ve onunla mümkün olan bir sanat. Seyirciyle etkileşim kurmaya bile çaba göstermeyen, seyircinin sıkılmasını umursamayan bir yaklaşım söz konusu. Genelleme yapmak istemiyorum ama, özellikle genç nesillerde, içine doğdukları koşullarında sonucu olarak gördüğümüz bir durum bu. Seyircinin soluğuyla bir arada olduğumuz, onları hissettiğimiz ve onlarla paylaştığımız bir oyun oynama hali aslında tiyatro. Sadece tiyatrocular değil, genel olarak genç nesiller artık bir an önce yükselmenin, tutkularını en kısa yoldan hayata geçirmenin yollarını arıyorlar. Bu durum da onları, başkalarını umursamadan sadece kendileriyle ilgilenmeye yöneltiyor. Bir an önce zirveye yerleşme arzusu bencilleştiriyor maalesef.Ben öğrenilerime hep şunu söylerim: Tiyatroya aşıksanız tiyatro yapın, kendinize aşıksanız yapmayın…
Yavuz Pak: Hem özel hem ödenekli tiyatrolarda çalışmış bir oyuncu olarak, bu iki yapıyı karşılaştırmada sizce temel kriterler ne olmalıdır? Ödenekli tiyatroların varlığına dair yürütülen tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ebru Üstüntaş: Bence ödenekli tiyatroların sayısı yeterli değil ülkemizde. Bu kada çok oyuncu yetiştiren konservatuar ve farklı okullar varken, her sene yüzlerce oyuncu mezun edilirken hem ödenekli tiyatro sayısının hem de bu tiyatroların kadrolarının genişletilmesi gerekiyor diye düşünüyorum. Ödenekli tiyatrolar kurumsal yapılar ve öncelikle oyuncular için bir ekonomik güvence sağlıyorlar. Ama tabii, ödenekli tiyatroların kurumsal ve hiyerarşik yapıları içinde sanatın icrasıyla ilgili sorunlar olabiliyor, bir çerçevenin içine soluluyorsunuz. Repertuvar oluşumundan, yenilikçi sanat anlayışlarına kapalı oluşa kadar bir dizi sorun yaşanıyor ödenekli tiyatrolarda. Özel tiyatrolarsa sanatsal anlamda daha özgürce hareket etmeniz mümkün olabiliyor. Sanatsal özgürlük en temel kıstas bu noktada diyebilirim. İkisinin ortasını bulabilsek keşke; hem sanatsal özgür bir sanatsal ortam hem de sanatçıların ekonomik güvencelerinin sağlandığı yapılar olabilse…
Yavuz Pak: Oyunculuğunuzun yanı sıra yönettiğiniz oyunlar da var. Oyunlarını yazıp oynayan ve dahi yöneten tiyatrocuların cirit attığı bir dönemden geçiyoruz. Sizce tiyatroda yönetmenlik, belli bir bilgi, birikim ve deneyime ihtiyaç duyar mı?
Ebru Üstüntaş: Elbette, yönetmenlik bilgi, birikim e deneyim işidir. Aynı şey oyunculuk için de geçerlidir çünkü oyunculuk da hiç bitmeyen bir öğrenme sürecidir. Yönetmenlik, sadece teorik birikimle olabilecek bir şey değil, sahne pratiğiyle de beslenen, dem almakla, demlenmekle ilgili bir süreç. Kırk yaşından önce yönetmen olunmaz demiyorum, ancak işin pratiğinin ve pratik içindeki deneyimin yönetmenlikte belirleyici olduğunu söyleyebilirim.
Pınar Çekirge: Son olarak, oğlunuz Şan, oynadığını oyunla Şehir Tiyatroları tarihine geçti. Biraz bundan bahsedebilir misiniz?
Ebru Üstüntaş: Ben evde ezber yaparken, Şan da arkada piyanosunda beni dinleyerek bir şeyler çalıyordu. Bir anda tiradımla ne kadar uyumlu bir müzik çıkarttığını fark ettim. Oyunun yönetmenine dinlettim ve o da çok beğenerek oyunda kullanmak istedi. Tiratla çok uyumlu, iç içe geçen bir beste oldu. Şan henüz 12 yaşında ve bu bestesiyle Şehir Tiyatroları tarihinin en genç bestecisi olarak tarihe geçti. Bu benim için çok guru verici ve duygu yüklü bir deneyim oldu.
Tek sayılı yaşlarından beri tiyatrodaydı Ebru Üstüntaş. Afet, Lika, Şehnaz, Seda, Zühre gibi ne çok kadın var geçmişinde. Hayatın tüm renklerini, duygularını, hayatın ezgisini hep tiyatroda kucakladı.Tıpkı, “Değişim” (*) adlı oyunda yer alan o replikte olduğu gibi yaşadı:
“En güzel gerçekler, en inanılmaz düşlerden yaratılır.”
Daha ne olsun?
PINAR ÇEKİRGE – YAVUZ PAK
(*) Ülker Köksal’ın yazdığı oyun.