Birinci kitabım Baklava Desenli Ev yayımlandı. Ardından Yürek Aluğu’nu teslim ettim yayınevine. Kaybettiler her nasılsa mail dosyamı? Üzülmeye zaman bulamadım, kısa süre sonra Hasır Tabure’m basıldı.
Böylelikle, dünyada üçüncü kitabı ikinciden önce çıkmış tek adam ünvanını elde etmeyi başardım.
***
Mahya’yı hazır ettim sonra.
Eski Türkiye’mizin o dinsel sömürüden uzak, tertemiz ramazanlarını, pırıl pırıl Anadolu müslümanlarını anlattım. Mugabeleleri, pide kuyruklarını, tömbelek ekiplerini, Tanrı misafirlerinin sorgusuz sualsiz buyur edildiği iftar sofralarını, oruçlarımızı açtıktan sonra sokakta oynadığımız saklambaçlarda çanak çömlek çatlatma kurnazlıklarını…
Beynimin bulandığı demler, tam da o döneme denk gelir. Yazarlık; entelektüel birikimden uzaklaşmış, ticarete dönüşmüş, ipini koparan kitap çıkarıp kendi kendini edebiyatçı ilan eder olmuştu.
Yani… Sanatçı naifliği taşımaya gerek duymayan… Kültürel birikime tenezzül etmeyen… Bi güruh insan…
Durup dururken kitap sahibi olmuşlardı?
***
Yayınevi denen kurumun, oradaki yazı kurulunun beğenisinin, editör denen kişinin görüşlerinin kıymeti kalmamıştı artık.
Bankadan kredi çek, yayınevine parayı ver, kitabını bastır, sonra kapı kapı gez, fuar fuar dolan, pazarlamacı gibi kendi eserini sat!
Buna inmişti yazarlık ahlağı. Okurdan fazla yazar mevcuttu ne yazık…
***
Derhal o “edepsiz” piyasadan çekildim.
Mahya’mı bile biyere yollamadım.
Öldüğümde, bilgisayarımda bulacaksınız zaten, 6 ayrı kitap dosyam daha bekliyo, yayına hazır durumda.
Nasıl olsa ölünce sırma saçlı da oluruz, badem gözlü de…
Sorun diğil.
***
Gündelik yaşamda elbette gülmece eğilimli, hayatın sulu zırtlak tarafında duran biriydim. Doğdum doğalı değişmedim ki hiç.
Belki bundandır, kitaplarım İstanbul kitabevlerinin “mizah eserleri” raflarında yer aldı. Palavra sıkacak diğilim, çok da hoşnuttum bu durumdan. Hiç tanımadığım insanlardan e-postama düşen; “Çok güldük yahu, Giresun harbiden öyle absürd bi yer midir?” iletileri, iki kızıma bırakacağım yegane miras olarak durmaktadır halen.
***
Ne var ki… Canını sevdüüm Giresun insanı… İl dışında beğeni kazanmış mizahçı havalarında kurum kurum kurulan bencileyin bi garibanı… Şaşırtıyordu hep;
-Yüreğine sağlık be Gürselcim, ağlamaktan okuyamadık kitabını!
-Ulan ne gadar hüzünlü yazmışsın ya, gözyaşlarımız sel oldu çoluk çocuk!
-Epeydir böyle hüzünlenmedik gardeşim. Yengen, verem olacaktı az galsın!
Diyemedim ki kimseye;
-Ama onlar gülmece öyküleriydi…
***
Böyle böyle geldik bugünlere.
Sosyal medya diye bişey icat olundu misal. Vatan toprağında yüzyıllardır bulunan mizah damarının en üst düzey ürünlerini gördük bu mecrada.
Kendimizle kıyaslar olduk, bu nadide beyinleri, “yahu biz de mizahçı mıyız bunların yanında” demeye başladık. Size bu nüktelerden bi tanesini anlatmaya çalışayım. Öyle sevimli bi görsel ki, Büyük Atatürk, Meclis’te; “Efendiler, yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz” der demez, arka sıralardan iki mebus soruyo; “Paşam, öğleden sonra tatil mi?”…
Anadolu mizahçısı, en kutsalına bile şaka yapabilendir.
***
Sanat, edebiyat, müzik, mizah, şiir, tiyatro gibi duygular Türklüğün genlerinde zaten vardır.
Bunu yeniden keşfeden, bunu hepimize anımsatan kişi Mustafa Kemal’dir.
O’nun ürettiği en büyük enstrümansa Türkiye Cumhuriyeti’dir.
***
Bu büyük mirası yok etmeye, bağnazlıkla, yobazlıkla, tarikatçılıkla, ahlaksızlıkla, neo Osmanlıcılıkla aşındırmaya dünyada kimsenin gücü yetmeyecektir.
Tam Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti dünya durdukça yaşayacaktır.
(Bile isteye geri durduğum şu 14 yıllık süreçte şehrimde edebiyatçılığı çöplüğe çevirenler, şimdi tutmuşlar, duayenimiz Asım İnan’a çamur atmaktalar. Sadece tarihe not düşmeye çabalayan Asım Abi kırmızı çizgimizdir, herkes önce aynaya baksın)