“Her deniz kıyılarından döner kendine. Bütün arayışların sonu bu belki de.”
Kırmızı Yorgunları / Özen Yula
Açık bir pencereden tül perdeler dışarıya doğru savruluyordu. Havada belli belirsiz bir yağmur sıkıntısı vardı.
Genç adam ufuksuz, dipsiz denizlerden, sarp, aşılmaz kayalıklardan korkmamıştı hiç.Ne yelkenini toplamış, ne sakin bir limana sığınmayı, düşünmüştü. “Hayır … Evet… Belki…“ler hiç olmamıştı hayatında.
Tıpkı o şarkıda olduğu gibi:
“Ayrılsak, değişsek, uzak kalsak da
Unuttuk desek de biz, vazgeçsek de…” (1)
Serkan Bozkurt‘u “Spiritua”nın provalarından birinde tanımıştım. Farklı bir heyecanı, ışığı, enerjisi, vurgusu, rengi, tonları, notaları vardı.
“Tabii ki, sahne ve o ışıklar her zaman çekici ve bu sihirli dünyaya bayılıyorum. Ama farklılıkları olanlar bilir. Bunlar bana yetmiyor. Sahnede olmaktansa başkalarını hazırlamak, onların gelişimini takip etmek, zihnimi meşgul eden bir temayla oyun yazmaya çalışmak veya herhangi bir oyunun reji ekibinde olmayı tercih ediyorum. Beraber üretmek, gerektiğinde pürüzleri temizlemek, piknik yapmak, dans etmek, sevişmek, tartışmak her şeyin, en çok da duyguların bir ötesine ve bir artısına ulaşmayı arzu ediyorum hep. Biliyor musun, sahne arkasında olmayı, o benzersiz havayı solumayı çok seviyorum aslında.”
Dansçı, aktör, oyun yazarı, yönetmen, aktivist Serkan Bozkurt ile hayattan, tiyatrodan konuştuk geçen hafta. Fonda hep lacivert ışık çakımları, martı sesleri…
Pencere pervazına yaslanmıştı. Sıcak, bulanık bir geceydi. Büyük bir şeytan minaresini kulağına dayamış geçmişte kalmış fısıltıları dinliyordu. Rüzgâr, eski zamanlardan bir şarkıyı söylüyor, olabilir miydi? Tam soracaktım, vazgeçtim.
Şimdi düşünüyorum da, Serkan Bozkurt‘un hayatında dans hep olmuştu. O yaşama dair her şeyin cevabını sadece dansta, notalarda, repliklerde bulmuştu çünkü.
“Benim için dans, hareket ettiğim ilk anda, attığım ilk adımla başladı, diyebilirim. Bir işçi ailesinde dünyaya geldim. Dört, beş yaşında, köyümüzde yapılan düğünlerde masaya çıkıp dans ederdim. Meselâ, hemen her düğünde halay başı olan babamı ve ‘Ağam Yar, Paşam Yar’ türküsü ile ona eşlik eden annemi izleyerek hareketin, sesin büyüleyici dünyasına girmiş olmalıyım. Zaten ‘Ne zaman dansçı olmaya karar verdin?’ diye sorarsan, kesin bir cevap veremem. Düşünsene, küçücük bir çocukken bile, yolda karşılaştığım komşular ‘Dans nasıl gidiyor?’ diye sorarlardı bana.”
Dansı, müziği, ritm duygusunu daha o yaşlarda içselleştirmiş Serkan Bozkurt. Dans etmesine, başta anne-babası ve yakın çevresi olmak üzere, kimse en ufak bir olumsuz tepki göstermemiş, tam tersine desteklenmiş.
“Ailemin gözünde, adeta kutsanmış bir çocuktum. İlkokul öğretmenim Sevgi Hanım da yeteneğimi fark etmişti. Sekiz yaşındaydım. Gülhane etkinliklerinde dans ettim. Alkışımı aldım. Bir yanım hep sahnedeydi zaten. ‘Işıklar, alkışlar, ver coşkuyu’ durumları diyelim. Ama diğer yanım, hep eğitmek, paylaşmak, hakları eşitlemek üzerine yöneldi. Başkaları için bir şeyler yapabilmek beni daha çok mutlu ediyordu. Belki de bu nedenle, ilkokul yıllarında, önce bir çevre kulübü kurarak sokakları temizledim. Sonra mahalledeki çocuklara dans dersi vermeye, kendimce koreografiler yapmaya başladım. Birçok derdim, söylenecek, söylenmesi gereken sözlerim vardı çünkü. Şimdi, kırk dört yaşında, giderek yaşlanan bedenim, bir türlü yaşlanmayan zihnim arasında ‘En çok nereye ve kimlere dokunabilirim?’ sorusuna odaklanıyorum.”
İspanya, Fransa, Yunanistan, İngiltere Avusturya’da dans etti, değişik festivallere katıldı, engelliler, göçmenler, toplumsal cinsiyet, ötekileştirilmiş, arada kalmış insanlar, onmaz yalnızlıklar üzerine çalışmalar yaptı Serkan Bozkurt. Oyunlar yazdı, sahneye koydu.Ve hep dans etti. Hayat ve hayal kırıklıklarına inat ne düşlerinden, ne de sanattan hiç mi hiç vazgeçmedi.
“Dışlanmış, düzenin ve yaşamın kanattığı insanların seslerine sesimi eklemek o sesleri, yankıya çevirmek, çekilen acılara dokunmak istedim. Birbirimizi en kolay yaralarımızdan tanırız aslında. O ufunetli, cılk yaraları ortaya koymaktı amacım. Farklı bir duyuş, kavrayış sunmak belki de.Hiç düşündün mü, engelli birey neden hep güçsüz kalsın istenir, ona sadece merhamet gösterilir? Çaresiz, umutsuz, kaybeden olması beklenir çünkü. Ötekileştirilmesi bundandır. Oysa her engellinin bir yeteneği vardır. Gözü mü görmüyor, diğer duyu organları gelişmiştir. Aslolan külün altına saklanmış koru bulup, aleve çevirmektir. “
Hatırlıyorum, görme engelliler ile “Aydınlık Adımlar” adlı bir dans projesi gerçekleştirmişti Serkan Bozkurt. Koru, aleve dönüştürmüştü. Hem de defalarca.
İster kader, ister rastlantı…
25 Ocak 2001 akşamı Serkan Bozkurt, yirminci yaşını katıldığı bir tango gecesinde kutlar. Pisttedir… Renkli ışıklar altındadır. Mutludur.
Ertesi gün elinde arkadaşlarının çektiği fotoğraflar, telaşla AKM’ye gider.
Ayşe Emel Mesçi‘nin yöneteceği “Mat” adlı oyun için tango ve çağdaş dans bilen bir dansçı aranmaktadır…
Salona girer… Sahneye fırlar. Sonrası mı?
“İşe aldık’ dediler. Başdansçıydım artık. ‘Mat’ın adeta satranç oyununun tiyatroya yorumlanması gibi bir dramaturjisi vardı. Siyahlar ve beyazlar savaşıyordu…”
Ardından İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda “Yedi Kocalı Hürmüz”de ve daha pek çok oyunda dansçı ve koreograf (Şimdi nasıl hatırlamam, “Söz Veriyorum” , “Bekçi ile Postacı”, “Masal”, “Fındıkkıran”ı) olarak rol alır.
Haydi bir zaman atlaması yapalım, ne dersiniz?
Duvara yansıyan pembe, eflatun, lacivert, lila gölgelere takıldı gözü bir an. Başkalarının çektiği acılara tanıklık edip susmamıştı hiç… Onların yerine haykırmıştı her seferinde. Ve şapkalar…renk renk şapkaları vardı Serkan Bozkurt’un. Gümüş takıları…
Erasmus bursu ile Avusturya’ya Viyana Konservatuarı’nda Çağdaş Dans Pedagojisi okumaya gitti.
“Dünyayı, kendimi merak ediyordum. İlk yılın sonunda ‘Ich Heisse Serkan / Benim Adım Serkan’ adlı bir gösteri yaptım. Olay oldu resmen. Büyük ilgi gördü, çok yetenekli olduğum söylendi. Tüm bu gelişmeler özgüvenimi geliştirdi ister istemez. Ayakta alkışlanmak, onay görmek güzeldi. Neredeyse okuldan çıkmaz olmuştum. Stüdyoları kullanıyor, hiç durmadan, hani derler ya, nefes almadan çalışıyordum. Son senemde yazdığım, yönettiğim, koreografisini yaptığım, göçmenleri anlattığım ‘Umut’ ile festivallere katıldım. Ödüller aldım. Mezuniyet tezim ‘Sema ve Sufizm’ di. Bu arada Peter Wagner’in yönettiği ‘Und Jetzt’de başdansçıydım…”
Nasıl da önemli başarılar, öyle değil mi? Hepsinin temelinde çaba var, özveri var, heyecan var ve yıllar var. Gün geldi, kendi ifadesiyle “Şeytandan ders, yılandan panzehir almayı” bildi Serkan Bozkurt.
“Bedenin üzerine, bana danışılmadan, sorulmadan yapıştırılan kimliklerden bıkmıştım. Ve giyinik hallerden. ‘Ben kimim? Bütün bu kıyafetlerden arınınca neyim?’ diye soruyordum kendime. O hiçbir şey olmama hali ve bedenin çıplaklığının saf söylemi üzerine çalıştım bir süre. Belki bir isyan, belki de saflık hali, bilemiyorum.”
Serkan Bozkurt anlatırken, fotoğraflar, gazete kesikleri, takılıyor gözüme… “Serkan ve Saime Bozkurt Dans Tiyatrosu: Story Of Tango“ ya ait tanıtım ilanı, bir kaç bilet.
“2002’de, yani yirmi üç sene önce, Cemal Reşit Rey’de ‘Tango’nun Hikayesi’ adlı bir tango tiyatrosu yapmıştım. Kapalı gişe oynamıştık.”
Viyana’da gelecek vaad eden bir mesleki başarıyı elinin tersiyle itip, İstanbul’a geliyor Serkan Bozkurt. Arada kalmış duygular, arada bırakılmış hayatlar, o ya da bu nedenle ötekileştirilmiş insanları görünür kılmak zaten hep gündeminde…
“Tek kişilik bir oyun olan ‘Ego Chat ‘i yazıp yönettim ve oynadım. ‘Ego Chat’ arada tutulmuş, arada bırakılmış yaşamlara dairdi.”
Kurumuş mimoza sarısı bir ışık düşüyor aynaya. Gözüm kamaşıyor.
“Acil Servis/Urgent’ bireyin önerilen, dayatılan hayatlar, değer sistemleri, genel güzellik algısı, acil koşuşturma karşısındaki çaresizliğini, yalnızlığını anlattığım bir oyun oldu. Tek kişilik performans olarak sergilenmesini özellikle istedim. Bunun nedeni izleyicinin, oyuncunun içinde çıktığı yolculuğu tam olarak ayrımsayıp, ona eşlik etmesini sağlamaktı. Butoh dansından tangoya geniş bir dans yelpazesinde gerçekleşen oyunda tutunamayan kimliklerin parçalanmışlığını cansız manken parçaları ve değişen şapkalarla anlatmayı seçtim. Kendimizdeki o aradalığı fark ettiğimiz an, kendimizle barışı sağlamış olacağız aslında. Ne yazık ki, hep aradayız. Ve arada olduğumuzu bilmiyoruz. Bilmek, işimize gelmiyor çünkü.”
Serkan Bozkurt’u dinlerken, fazla soru sormamayı, konudan konuya atlamamayı yeğliyorum. O kadar güzel anlatıyor ki, bölmek, dikkatini dağıtmak istemiyorum.
“Buğulu bir pencere camına sadece ‘Aşk’ yazardım. Çünkü herkes, hayatının bir döneminde aşkla buluşuyor.”
Ay, yağmur bulutlarının arasından sıyrılıyor usulca ya da bana öyle geliyor. Ve neden bilmem, Zuhal Olcay‘ın bir şarkısında buluyorum kendimi:
“Vücudun yorulsa, yavaşlasa da
Geçmiş, dansını hatırlatsa da
Beklerim, bir tango borcun var bana…” (2)
PINAR ÇEKİRGE
Kaynakça:
(1,2) “Tango” (söz: Leyla Tuna – müzik & düzenleme: Onno Tunç)