Sinekli Dağ’ın (hani şu şehre uzaktan bakan Sinekli Dağ’ın tek arzuhalcisi olan) Hidayet’i de, Mrs. Storck, Virjinya, Mahmure, Kral Duncan, Beyhan, Natalya İvanovna, Ross, Howard, Lennox, Bahriye de, dahası şirretler şirreti Katherina da, Androcles da, Massachusetts’in Salem Köyü’nden Betty Parris de… Evet, hepsi Aybanu Aykut’tu. Hayır, bir ‘çoklu kişilik bozukluğu’ vakasından değil, Aybanu Aykut’un tiyatro sahnesinde var kıldığı kimliklerden bahsediyorum sadece…
Yaramaz, ele avuca sığmaz bir kızdı. Erkek çocuklarla dövüşür, en galiz küfürleri hiç çekinmeden savururdu. Hırçındı. Ortanca çocuk olmanın dayanılmaz ağırlığını yaşıyordu hiç kuşkusuz. (Sahi, kızkardeşi Ayça Koyunoğlu da gün gelecek ablasının yolunda ilerleyecekti.)
Fakat o kadar sevimli, o kadar güzeldi ki Aybanu Aykut… Tüm kabahatleri görmezden geliniyordu.
Gazeteci İsmail Hakkı Aykut üç kızını da daha o yaşlarda klasik romanlarla tanıştırmıştı…

Foto: Esra Kılıçer
Aybanu Aykut’un Müşfik Kenter’in öğrencisi olmasına, Alev Sezer‘e “Ama bu rolü bir kere olsun okumak hakkım” diye karşı gelmesine daha yıllar vardı. Ve “Feramus Pis”, “Paşa Paşa Tiyatro”, “Macbeth”, “Suzy Storck”, “Islık” gibi kendisini, bir sanatçının erişebileceği sayılı doruklara taşıyan oyunlarda rol almasına da…
Erenköy Kız Lisesi’nde öğrenciyken, edebiyat dersinde o güne kadar okuduğu Fyodor Dostoyevski, Charles Dickens, Charlotte Brontë’ romanlarından çok farklı bir eserle tanışır Aybanu Aykut. “Hamlet”in replikleri arasında “bir garip yolcu” olduğunu ayrımsar…
Şimdi düşünüyorum da, birkaç sene sonra konservatuvar giriş sınavı için Juliet’e çalışacağını, gün gelecek sahnede Katharina, Duncan, Ross, Lennox’u, hele Macbeth’i:
– Selam Macbeth! Selam sana, Glamis Beyi !
– Selam Macbeth! Selam sana, Cawdor Beyi !
– Selam Macbeth! Selam geleceğin hükümdarı ! ” diye karşılayan cadılardan birini yaşar kılacağını, elbette hayal bile edemezdi.
William Shakespeare ve Aybanu Aykut’un yolları, dediğim gibi, edebiyat dersinde, tesadüf bu ya, Prens Hamlet ile kesişmişti.

Foto: Esra Kılıçer
Sonra ne mi oldu ?
“Tiyatrocu olmaya karar verdim. Okuduğum her tekst bu kararımı daha da güçlendiriyordu. Şanslıydım, ailemden olumsuz bir tavır ya da sert bir tepki görmedim. Tam tersine bu isteğimi desteklediler.”
“Antigone” ve “Romeo ile Juliet”ten çalıştığı parçalarla MSÜ Devlet Konservatuvarı Tiyatro/Oyunculuk Bölümü’nün sınavına girer.
“Karşımda, düşünsenize Müşfik Kenter, Zeliha Berksoy, Raik Alnıaçık, Cihan Ünal var…heyecan, korku… Bir an kirpiklerimin bile üşüdüğünü hissettim.”
Sınavı kazanır. Kazanır da. Müşfik Kenter “Edalım, ne bu halın?” diye sorar bir gün. Hali, durumu ortadadır… O kadar zayıftır ki. Müşfik Kenter “Eğer en az beş kilo almazsan, seni sınıfta bırakırım” der.
Konservatuvarda son derece çalışkan bir öğrenci olur Aybanu Aykut. Dahası o bir kaç kiloyu da hemen alır, böylece dönem kaybetmekten (!) kurtulur.
“Sabahın bir vakti evden çıkar saat 06.30’da okulun bahçesinde antreman yapardık. Güzel zamanlardı. Hedeflerimiz vardı… Müşfik Kenter. ‘Anlatmayın, yapın’ derdi hep. ‘Kişi kendini anlatmamalı, aslolan gerçekleştirdiği iştir. Ve hüner alkışa evrilir.”

Foto: Esra Kılıçer
Konservatuvarda dört sene, hani nasıl derler, rüzgar gibi geçmişti. Mezuniyet oyunu olarak Anton Cehov’un “Üç Kızkardeş”i seçilmişti. Sanılanın aksine Müşfik Kenter rol dağılımı yapmadı. Herkes istediği karakteri seçip canlandırmakta serbestti. Ancak….
“Müşfik Kenter benim Natalya İvanovna, yani Nataşa’yı üstlenmem konusunda ısrarcıydı.”
Ancak bu rolü sevmez, benimsemez, bir türlü, her ne yaparsa yapsın, duygusal bağ kurup içselleştiremez Aybanu Aykut. Hayır, olmayan bir değil, çok şey vardır.
“Provadayız. Rahat değildim. Birden ağlamaya başladım. Müşfik Kenter gözlüklerinin arkasından bana baktı, ‘Nedir yapamadığın?’ diye sordu. ‘O kadın’ dedim. ‘Kim o kadın?’ diye üsteledi. ‘O kadın işte. Natalya İvanovna!’ Müşfik Kenter yeniden sordu, ‘Peki kim o kadın?’ Bir an düşünüp ‘Hafifmeşrep’ dedim. ‘Başka, başka?’ dedi. ‘Bir fahişe, bir orospu.’ Müşfik Kenter tekrarlamamı istedi: ’Bir orospu!”
Müşfik Kenter böylece Aybanu Aykut’un kimi sert çizgilerini, kalıplarını kırmasının, hayata, tiyatroya çok mercekli bakmasının önünü açar.

Foto: Esra Kılıçer
Ve İstanbul Devlet Tiyatrosu …
Aybanu Aykut “Androcles ve Aslan “, “Ay Işığında Şamata”, yaşar kıldığı Betty Parris yorumuyla tüm dikkatleri üzerine çektiği “Cadı Kazanı” ve “Maymun Davası” adlı oyunlarda rol alır. Radyo tiyatrosu, arkası yarınlarda, Macide Tanır gibi gerçek ustalarla çalışır.
Aşk kapıyı çalınca…
Aybanu Aykut yirmi iki yaşındadır. Gençlik başında dumandır yani.Kararlıdır, evlenecektir. Çok aşıktır.
“Hatırlıyorum, ‘Cadı Kazanı’ oyunu için Deniz Gökçer, Zafer Ergin, Numan Pakner, Haluk Kurtoğlu, Serpil Tambur, Kemal Bekir ile beraber bir toplantıdaydık. Bir ara evleneceğimi söyleyerek, izin istedim. ‘Küçük gelin mi olacaksın?’ deseler de aldırmadım. Dediğim gibi, çok gençtim.”
Sahne hakimiyeti, sahne ışığı, yeteneğiyle çoktan gelecek vaad eden bir oyuncu olmuştu bile. Hiç kuşkusuz, Aybanu Aykut için “Cadı Kazanı” bir eşikti ve hemen sonrasında…
“Alev Sezer sahneye koyacağı ‘Maymun Davası’ adlı oyunda Melina rolünü bana verdi.”

Foto: Esra Kılıçer
Ama, gelin görün ki Melina’yı değil de aynı oyunun diğer karakteri Howard’ı canlandırmak ister Aybanu Aykut. Eyvah ki ne eyvah! Ne yapacaktır şimdi?
“Aslında çekiniyordum da. Düşünsenize yıl 1996, henüz yirmi dört yaşındayım. Üstelik karşımda Devlet Tiyatrosu’nun değişmez kuralları, Alev Sezer gibi bir isim var. Neyse sözü uzatmayayım. Bir gün tüm cesaretimi topladım ve…”
Aybanu Aykut, dediği gibi tüm cesaretini toplayıp, az ötede Can Gürzap ve Zafer Ergin ile derin bir sohbete dalmış olan Alev Sezer’in yanına gider. “Sizinle bir şey konuşabilir miyim?” diye sorar.
“Alev Sezer’in ilk tepkisi ‘Ne var, ne konuşacaksın?’ oldu. Zorlukla ‘Bir kez Howard’ı okumak istiyorum’ dedim. Alev Sezer bir an yüzüne bakıp, buz gibi bir ifadeyle ‘Ne o yaptığım rol dağılımını mı beğenmedin?’ dedi. ‘Sadece bir kere okumak hakkım’ dedim.”
Hakkını üç gün sonra kullanır. Provanın bir yerinde Alev Sezer, Aybanu Aykut’tan sahneye çıkıp Howard’ı okumasını ister.
“Rolü ezberlemiştim zaten…”

Foto: Esra Kılıçer
Alev Sezer prömiyer gecesi Howard yorumuyla büyük bir başarıya imza atan Aybanu Aykut’u kutlar. Hatta “Fadik Kız” oyununda yeniden beraber çalışmayı önerir.
Hayatın hangi yazılmamış sayfalarla karşımıza çıkacağını bilemiyoruz ki. Alev Sezer 3 Eylül 1997 günü ansızın, öyle durup dururken aramızdan ayrılır…
Bu arada Oyun Atölyesi’nde Haluk Bilginer, Zuhal Olcay ve Kemal Aydoğan üçlüsüyle tanışır Aybanu Aykut. “Azrail’in Gözyaşları” ve hemen iki sezon sonrası “Hırçın Kız” ile başarılarını perçinler. Özellikle şirret Katharina tiplemesiyle izleyicinin beğenisini kazanır.
Akbank Sanat’ta sergilenen “Salvador Dali Göndermeleri“nin ardından, İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda “Paşa Paşa Tiyatro” adlı oyunda rol alır ve yaşar kıldığı Virjinya Zagakyan yorumuyla 2015 Afife Tiyatro Ödülleri kapsamında ‘Yardımcı Rolde Kadın Oyuncu Adayı’ seçilir.
Sırada Balat Monologlar Müze’sinde rol alacağı “Ayna” ve baştan sona bir tuvalette oynadığı “Islık” adlı oyunlar gelir.
2021 Aybanu Aykut’un bir başka başarısının onaylandığı yıldır. Moda Sahnesi’nde “Suzy Storck”da canlandırdığı Mrs. Storck karakteriyle yepyeni, bambaşka bir doruktadır artık.

Foto: Esra Kılıçer
Ve Tiyatro Dea yapımı “Feramus Pis”in ‘Bahriye’si olarak, 2022 Yeni Tiyatro Dergisi ‘Yardımcı Rolde Kadın Oyuncu Ödülü’ ne değer bulunur. Ayrıca 2022 Afife Tiyatro Ödüllerinde ‘Yardımcı Rolde En İyi Kadın Oyuncu Adaylığı’nı hak eder.
“Kızıl Ateş” in kör kadını Aybanu Aykut, 2024 yılında Moda Sahnesi’nde Kemal Aydoğan imzalı “Macbeth”de o kadar başarılı olur ki…
“Müthiş bir reji uygulandı bu oyunda. Cinsiyetsiz bir bakış açısıyla yola çıkıp, ötekileştirilmeye değinildi. Beş cadı oyunun farklı karakterlerini canlandırdı… Bu oyun müthiş bir deneyim oldu benim için.”
Aybanu Aykut bu arada sinema filmleri (“Abuzer Kadayıf”, “Son Söz Sevginin”, “Made İn Europe”, “Zincirleme Film Tamlaması”) ve televizyon dizilerinde (“Koltuk Sevdası”, “Bizim Aile”, “Galip Derviş”, “4N1K”, “Aşk 101”) rol alır, Dialog Anlatım İletişim’de ders verir.
“Tiyatro sahnesinde ille yenilikçilik adına, zaman zaman pespayeliğe dönüşen aleladeliği sevmiyorum. Oldum olası sahnenin, şaşmaz adaletine inanırım.Kim ve ne olursan ol, eğer yeteneğin, işine saygın, sahiplenme, bilgin, özverin yoksa sahne seni fırlatıp atıyor…”
Söyleşimizin bu bölümünde Yavuz’un sorularını yanıtlıyor Aybanu Aykut…

Foto: Esra Kılıçer
Yavuz Pak: Günümüzde tiyatro, diğer sanatsal disiplinlerden farklı olarak nerede duruyor ve ne yönde dönüşümler gözlemliyorsunuz? Genel çerçevede tiyatronun bugünkü toplumsal konumu hakkında neler söylersiniz? Gerçekten büyük bir tarihsel sıçrama, bir altın çağ mı yaşanıyor tiyatromuzda?
Aybanu Aykut: Tiyatroda çeşitlilik, yapabilirlik konusunda alternatif çok. Fakat ne yaptığınız ve nasıl yaptığınızla doğru orantılı bakıldığında bu sizin arz talebinizle doğru orantılı. Nitelik ve nicelik dediğimiz mesele de burada devreye giriyor. Bir şeyin çok fazla olması değerli olması demek mi bunu bilmiyorum. İzlenilebilirlik ne kadar? Yahut ortalama normlar söz konusuysa, nasıl işler bunlar?
Yavuz Pak: Yükselen niceliğe karşın niteliğin düştüğü, genel olarak hızlı tüketim çağına uygun özensiz, estetik ve içerik olarak zayıf oyunlar, etik, politik, toplumsal kaygıların uzağına demirlemiş, aynı temaların etrafında dönüp duran, benzer oyunculuk tarzlarının, benzer metinlerin kendini tekrar ettiği bu enflasyonist ve giderek ticarileşen tiyatro ortamı için benim içimden en fazla bronz çağ demek geliyor…

Foto: Esra Kılıçer
Aybanu Aykut: Altın çağ deyince her dönem eleştirilir bir durum söz konusu bence. Ama kültür politikası olarak ülkemizde özel tiyatrolara bir destek olmadığı için herkes kendi meşrebince bir şeyler yapmaya, üretmeye çalışıyor. Bu varoluşu sağlamaya çalışırken farklı işlerle ilgilenmek zorunda kalıyorlar. Kendisini her daim görünür kılmak için de ayrı bir efor sarfetmesi gerekiyor tiyatro sanatçısının. Bu da çok ciddi bir mesai istiyor elbette. Yani baktığınızda pasta çok küçük ama kadar çok okul var ki. Bu kadar oyuncuya ehliyet veriyorsunuz ama bir şey yapamayan, yetemeyen, üretemeyen, mutsuz pek çok insan görüyorsunuz. Dolayısıyla da ucundan köşesinden bir şey yapayım derdiyle yarım yamalak bir şeyler üretip, kendini var edip iyi hissetme duygusunu yaşamak istiyor olabilir bu insanlar. En önemlidi de, dediğim gibi, devletin bir kültür politikası yok. Ben radyo tiyatrosu yaparken Macide Tanır İsmet İnönü’nin haftada bir uğrayıp kendilerine “Bir şeye ihtiyacınız var mı gençler?” diye sorduğunu anlatmıştı. Böyle bir kültür politikasından bahsediyorum. İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda çalışırken büyüklerimiz anlatırdı yine, bütçeleri varmış ve Devlet Tiyatroları’nın bütçesiyle Almanya’ya İngiltere’ye gidip bir iki sene kalarak mesleki gelişimlerini sağlıyorlarmış. Çünkü bir vizyon varmış o zamanlar. Son zamanlarda ise, hem dünyada hem ülkemizde tüketim kültürü hakim. Kapitalizm bir nevi insan kıyımı. Bilimsel olarak -eğitmenlik yaptığım için söyleyebilirim- bu yüz yılda bir kişinin bir kişiyi dinleme ve algılayabilme süresi 21 saniye. 21 saniyede kendinizi ne kadar aktarabiliyorsanız o kadarsınız. Bu çok acımasız değil mi? Dolayısıyla dünya sistemi bir şeyleri palazlandırırken bir şeyleri de yok ediyor. Kimse kimseyi dinlemiyor. Dinleme eylemi üzerine kurulu bir iş yaptığınızda, yani sahnede de dinlenmiyorsunuz. Belki sadece replik geçiyorsunuz. Halbuki hayatla özdeşleştirdiğiniz zaman o kadar önemli bir konu ki bu. Konuşma eylemi, dinleme eylemi, ağzından çıkanı kulağın duysun eylemi… Hayatta da çok es geçiliyor bunlar. Zaten kapital sistem bunun üzerine kurulmuş. Önce dili yok ediyor, dil yok edilince sen kendini ana dilinde bile ifade edemiyor hale geliyorsun.
Yavuz Pak: Özellikle pandemi ve sonrası dönem, küçük ve orta ölçekli bağımsız sahnelerde seyirci sayısı tatmin edici olmaktan uzaklaşırken holdinglerin desteklediği büyük ölçekli sahneler tıklım tıklım dolmaya başladı. Neye bağlarsınız bunu?

Foto: Esra Kılıçer
Aybanu Aykut: Pandemi döneminde gördük ki, gerçekten kemikleşmiş bir tiyatro seyircisi varmış ve o dönem dahi çok ciddi destek oldular. Mesela biz dijitalde oynadık, dijitalde okumalar yaptık. Sadece “Suzy Storck” değil, Sema Elcim’in “Rachel” adlı oyununu okumuştum. Hatırlıyorum okumalarda dahi öyle bir seyirci vardı ki kemikleşmiş, kan ve can yoldaş olmak adına bizi desteklediler o süreçte.
Öte yandan, şunu da eklemeliyim… Ben geçen gün bir oyun seyrettim. Oyun esnasında çıkan da oldu öyle denildiği gibi, dolu dolu da değildi. Yani bir merakla, televizyonda gördüğü kimliği sahnede de görmek açısından geliyor olabilir seyirci. Bütünsel olarak güzel de şeyler yapılıyor olabilir. Çok güzel oyuncular çıkıyordur, çıkıyor zaten görüyoruz ama bu çok derin bir konu. Öyle kapı baca da yıkılmıyor bence büyük salonlarda.
Yavuz Pak: Sizce yetenek iyi oyunculuğun tanımlanmasında ne kadar belirleyici? Seyircinin oyun hakkındaki hükmünü tayin eden en önemli öğe iyi oyunculuk mudur?
Aybanu Aykut: Doğuştan yetenek dediğimiz şeye kesinlikle itibar ediyorum. Bazı insanlar için söylendiği gibi, “Tanrı onlara değmiş.” Ama ben işin yüzde sekseni çalışmak diye düşünüyorum. Üstüne bir şey katamazsanız, kesinlikle olduğunuz yerde sayarsınız. Ben çalışmanın kişiyi çok değiştirdiğine, geliştirdiğine ve dönüştürdüğüne inanıyorum.

Foto: Esra Kılıçer
Tiyatro zaten oyuncu işidir, oyuncunun işidir. Fakat oyuncunun zeki olması gerekir. Burada bahsettiğim zekadan kastım şu: Oyuncunun farkındalık sahibi olması gerekir. Edindiğiniz tüm farkındalıklar size hayatta bir şey katıyor. Yetenek dediğimiz şey orada devreye giriyor. Size katılan bilgiler, kodlar siz onları aktarabiliyorsanız kıymetleniyor. Burada da işte bence iyi seyretmek gerekiyor; hayatı ve kendini. Kendinizle olan hikayenizi iyi anlamanız gerekiyor. Seyretmekten kastım sadece oyunculukta cebime bir şeyler koymak için seyretmek değil. Geldim. Buradayım. Gideceğim. Bu alanda ne kadar seyrettiğim ve gördüğüm şeyi algılayabiliyorum? Algıladığımı da aktarabiliyorum? Bende başarı böyle bir şey. Algılayabilirsiniz ama aktaramayabilirsiniz. Orada zaten devreye giriyor bence yetenek. Yani çok okuyabilirsiniz ama aktarımınızda bir eksiklik vardır evet orada yetenek dediğimiz şey enerjisel bir şey; bir karizma, bir aura. Ben tiyatroyu niye sevdiğimi hep düşünmüşümdür. Bir cümle kurmak, bir şeyi var etmek çok kıymetli. Tiyatroda bu kadar ısrarcı olmamın sebebi çok adil bir yer olması. Kim olursanız olun, ne olursanız olun, bir auranız, bir enerjiniz yoksa sahne sizi atıyor.
Yavuz Pak: Peki, sizin oyunlarında en çok rol aldığınız yönetmenin Kemal Aydoğan olması bir tercih mi, tesadüf mü?
Aybanu Aykut: Şöyle ki, Kemal’le dediğim gibi iki bin üçte başlayan serüven ve onunla kurduğumuz oyuncu ve yönetmenden önce arkadaşlık hikayesi tesadüf değil. Şöyle ki, aklına, bilgisine ve entelektüel bakış açısına çok güvendiğim biri Kemal. Oyuncuyu besleyen bir yanı var. “Sadece oyuncuya bırakılmayacak kadar da ciddi bir iştir tiyatro” derler ya… Kemal Aydoğan prova süreçlerinde çok kafa açıcı şeyler söylüyor, yaptırtıyor, müsaade ediyor, ortam sunuyor. Mesela ben bütün oyunlarında şahit olmuşumdur, Kemal Aydoğan sadece kendisi okumakla kalmaz, oyunla ilgili yaklaşık 20-30 kitap okutur soyuncularına. Bir şeyleri eksik olabilir, beğenmeyebilirsiniz yönetmen olarak belki; ama politikayı, sosyolojiyi, felsefeyi, psikolojiyi bu kadar yakından takip eden birine saygı duymak gerek. Benim için belki başlangıçta tesadüf oldu ama sonrasında galiba ikimiz de birbirimizi hep tercih ettik.

Foto: Esra Kılıçer
Final sorularımıza geliyor sıra…
Aybanu Aykut 26 Şubat 2172 tarihinde yani iki yüzüncü yaş gününde nasıl mı hatırlanmak istiyor?
“Umarım iyi, çalışkan, adil biriydi, diyenler olur…”
Peki ya, buğulu bir pencere camına ne yazardı?
“Sadece gülen bir yüz çizsem, olur mu?”