İlk filmi “Nefesim Kesilene Kadar”da sınıf farklılıkları ve çatışmasını odağına alan Balcı, bu filmiyle zoraki anneliğe itilen Filiz (Bige Önal) ve erkek arkadaşı tarafından arabası sattırılmaya çalışılan Şule (Elit İşcan) üzerinden içinde bulunduğumuz toplumda kadınlık ve kadın olma hallerine, kadınların yaşadığı zorluklara ve bir arada olabilme umuduna odaklanıyor.

Bige Önal, filmdeki performansıyla 32’nci Uluslararası Altın Koza Film Festivali’nde “en iyi kadın oyuncu” ödülünü aldı.
Balcı ile, “Buradayım, İyiyim” filmini konuştuk.
-Filmin ilk yarısında, zoraki bir şeklidi anneliğe sürüklenen Filiz’in hikâyesini izliyoruz. Bu fikri anlatma isteği nereden doğdu?
Kendi annelik tecrübelerimden yola çıkarak anlatmaya başladığım bir hikâye. Filiz’in benzeri bir durum yaşamadım ama yine de annelikle ilgili, anneliğe alışma süreci ile ilgili kafamda sorular vardı. Bu soruların sadece bana has olmadığını gördüm zaman içinde. Başka kadınların da bunları yaşadığını ama bunun için çok fazla konuşma alanına sahip olmadığımızı gördüm. Sinemacı olarak da hep kişisel hikâyeler anlatmaktan yanayım. Kişisel olanın politik olduğunu düşünüyorum. Kadın hikâyelerinin zaten çok cesaretli hikâyeler olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla böyle bir senaryo yazma sürecinden geçtim. Ve ilk filmim 2015 yılıydı. O zamandan bu zamana kadar geliştirmeye çalıştığım bir şekilde filmi yapmaya çalıştığımız süreçlerden geçtik. Şimdi festivallerde izleyiciyle buluşabiliyoruz.
‘KADININ ÜRETİMİN İÇİNE DAHİL EDİLMESİ HEP BİR SORUN’
-İlk filminizin üzerinden 10 yıl geçti. Niçin bu kadar uzun sürdü?
Çok sebebi vardı aslında. Ben ilk filmimde hamileydim ve bir çocuk sahibi oldum. Sonrasında annelikle geçen bir zaman oldu. Sonra senaryo yazma süreciyle vakit geçirdim. Ama sonra gördüm ki sektör de çok değişmiş. Film yapma pratikleri değişmiş.Finansal açıdan zorluklar artmış. Film yapmanın kendi zorlukları da eklenince bu süreç uzadı elbette. Yani pek çok kadın sinemacı için geçerli bu söylediğim şey. Dolayısıyla hem biraz kişisel bir tercihten kaynaklanıyordu hem de aslında sektörel bir sorun bu. O yüzden de böyle bir ara vermiş bulundum.
-Filminizin de seçkide olduğu Altın Koza’da birden fazla film annelik konusuna odaklandı. İktidarın ilan ettiği “Aile Yılı”na denk gelmesi de ilginç oldu…
Evet, bu bahsettiğim süreç tabii bu doğal akışında geçen bir ilerleyen bir süreçti. “Aile Yılı” meselesiyle ilişkilendirmek gibi bir niyetim yoktu ama zaten “Aile Yılı” ilan edilmese de Türkiye’de yaşadığımız süreçlere baktığımız zaman kadının çalışması, kadının üretimin içine dahil edilmesi hep bir sorun. Aslında kadını baskılayan bir bakış açısı hâkim. Dolayısıyla bu bu filme olan yaklaşımı etkileyecektir, filmin yaratacağı tartışma alanını biraz genişletebilir. Ama seyirci tepkilerinden gördüğüm kadarıyla zaten buna dair bir farkındalık var. Ve kadınlar çok empati kurabiliyorlar bu hikâyeyle. Ve zaten kadınlar sinemada olduğu gibi her alanda daha fazla konuşmak, daha fazla üretimin içinde olmak, erkek üretimin içinde değersizleştirilmemek, var olduklarını ispat etmek istiyorlar. Dolayısıyla bu bu süreç evet bir çeşit benim için de zorlu bir süreçti. Ama görüyorum ki aslında hem bu “Aile Yılı” meselesi hem de bütün bu yaşadığımız gündelik meseleler kadınları zaten daha fazla söz söylemeye, daha cesaretli olmaya doğru yönelten süreçler. Bu film de kadınların cesaretini ortaya koyma sürecini destekleyecektir diye düşünüyorum. Kadınların kendi bedenleri üzerinde hak sahibi olmaları ile ilgili tartışmalarda zaten tavırları çok net. Bizim filmimiz de kadın özgürleşmesine dair onları destekleyen ve politik anlamda da yanlarında duran bir film.
‘MÜLKİYET MESELESİ’
-Filmin kinci yarısında kadrajı aslında Şule’ye odaklıyor. Ve Filiz’le Şule’nin yolunun kesilmesiyle farklı bir hikâyeye yöneliyoruz. Buluştukları düzlemi yönetmeninden ve yazarından da dinlemek isteriz.
Kendine ait bir alan yaratmak isteyen, bir nefes alacak alan yaratmak isteyen Filiz, özgürleşme sembolü olan bir araba sahibi olmakla ilgili bir dertle yola çıkıyor. Ama arabası zorla sattırılan Şule ile karşılaşıyor. Bu bir mülkiyet meselesini işaret ediyordu benim için. Dolayısıyla birbirlerine yardımcı olmaları hem kadınlık dertlerini iyileştirmeleri açısından hem de baktığım zaman bütün hikâyeleri bir araya getirerek çözebilecek bir odaktı. Aslında sadece annelikle ilgili bir hikâye demiyorum filme. Kadınlığın bütün dertleriyle ilgilenen ve bir sürü bakış açısını ortaya koymaya çalışan bir film. Ama umuda dair bir film. Evet biraz karamsar başlıyor, biraz bunaltıcı başlıyor. Biraz da gerilimli bir film. Ama en nihayetinde bunun bir öğrenme süreci olduğu, bunun bir yolu olduğu, bunun dayanışmayla, iletişimle çok kolaylıkla aşılabileceğine dair sözler söyleyen bir film.
-İlk filminiz “Nefesim Kesilene Kadar”da sınıf çatışmasını çok ciddi bir şekilde görüyorduk. Bu filmde yine var ama çok yüksek bir sesle göstermiyorsunuz. Bu tercihin sebebi neydi?
Biraz farklı biçimde ilerlemeye karar verdim. Aynı şeyi tekrar etmeyi istemedim sanırım. Nefesim Kesilene Kadar, biraz daha öfkeli bir filmdi. Bütün bu sınıfsal meseleleri de içerdiği şekilde.
Biçim olarak farklıydı, kamera olarak farklıydı, atmosfer olarak farklıydı. Şimdi biraz daha stilize bir şey yapmak, farklı bir sınıftan bir kadını anlatmak, ama yine aynı hâkimiyeti göstererek yapmak istediğim için. Biraz kendi anlatım dilimi değiştirmek istediğim için bunu yaptım. Burada da bir öfke görüyorum hikâyede ama daha sakin, daha dingin. Bu biraz kişisel de bir şey. Siz de değişiyorsunuz. O kadar uzun süreçlerin içinde sinemacı olarak, siz de başka yollar tercih etmeye başlıyorsunuz..


































