“Bir akşam İstanbul’daki herhangi bir duraktan bir otobüse binsek, karşılaşsak ve yola çıksak? O akşam, o otobüste, birlikte yolculuk edeceğiniz insanlara dikkatli bakın.”
Bir davet bu; hemen her gün denk geldiğimiz insanlara biraz daha dikkatli bakma, “mesafe”leri yeniden tartışma daveti.
TiyatroPol’ün 16 Şubat’ta prömiyerini yapan oyunun adı “Çok Uzak Çok Yakın”. Burcu Halaçoğlu yazmış, yönetmiş. Buğra Can Şahin, Cansu Başlılar, Erkan Akbulut ve Burcu Halaçoğlu oynuyor. İstanbul’da herhangi bir otobüste de geçebilirdi; ama bilerek, isteyerek özel bir kartı basarak bindiğimiz otobüste yaşadık. Göz göze gelerek, dinleyerek, konuşarak…
BİR HALK OTOBÜSÜN İÇİNDE
Haldun Taner Sahnesi’nin önündeki duraktan ya da Altıyol’daki otobüs durağından otobüse biniliyor ve Kadıköy’ün pek de güven vermeyen arka sokaklarına doğru bir saat kadar sürecek yolculuğa çıkılıyor. “Çok Uzak Çok Yakın”, oyuncularla birlikte bütün otobüs ahalisinin dahil olduğu bir “çatışma” sunuyor. Hayata “ayna tutmak” ile yetinmeyen; “gerçek” ile “gerçeğin yeniden üretimi”nin yer yer birbirine karışabildiği özel bir gerçeklik oluşturuyor. İzleyici, özdeşlik kurmakta yetinmiyor, seçim yapmak, taraf olmak, tutum almak, karar vermek gibi süreçlerde buluyor kendini. “Biz” ile “onlar” arasında sıkışıp kalmak da mümkün, zihinde klişeleri yeniden üretmek de. Sadece oyunculara değil, “rol” sahibi olan izleyiciye düşen “roller” bunlar… Üstelik seçim yapmaya zorlayan roller.
İzleyiciye daha otobüse binmeden otobüs içinde hareket edebileceği, yer değiştirebileceği söyleniyor. İzleyici ile oyun arasında ne bir mesafe var, ne bir engel. İzleyici isterse oyuna dahil olarak sorulara yanıt veriyor, “bir otobüs yolcusu” olarak fikrini söylüyor. İsterse “seyirci” olarak akıp giden olayları takip ediyor. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi!
KİME “YAKIN”IZ?
“Bu şehirde her gün yolda, sokakta, otobüste karşılaşan insanlar… Birbirine dokunan ya da çarpışan hayatlar… Ne kadar değiyoruz birbirimize ya da ne kadar mesafeliyiz? Tüm bu insanlara yakın mıyız, uzak mı? Peki ya yanımızdakilere?” Bu cümleler oyunun tanıtımından.
Bir halk otobüsü dolusu insan için fiziki mesafe pek mümkün olmadığı için, elbette kasıt “yakın hissetme/hissetmeme” hali. “Biz”den olan ile “farklı olan” arasında seçim yapmak. Sanırım bu insanın ilk refleksi. “Yakın” hissettiğinden yana bir tanıklık!
Sibel (Burcu Halaçoğlu) karakterinin “Bizim sesimiz hiç çıkmasın, konuşmayalım, hakkımızı aramayalım di mi?” isyanı akla kazınan ilk repliklerden. Kuşku yok, bu “sınıfsal” bir isyan. Kendinden, haklılığından ve dahi haklı çıkacağından emin olan “orta sınıf”a karşı, haklı olsa bile hızla haksız duruma düşebilen “aşağı sınıf”ın isyanı. Girdiği çatışmadan büyük ihtimalle “yenik” çıkacağının farkında. Kendinden emin Cemre’nin (Cansu Başlılar) özgüveni ve haklılığına inancı tam. Bu da sınıfsal! Serhat (Erkan Akbulut) ve Adnan’ın (Buğra Can Şahin) tepkileri, yaklaşımları da öyle. Ama asıl mesele bu değil. Herkes kendinden mesul, izleyici de. Kendi mesafesinden, kendi yakınlığından.
Kadıköy’ün göbeğinde otobüste yaşanan bir krizde, hele de elde yeterli veri yoksa, kimden yana oluruz? Kimi haklı buluruz? Daha önemlisi nasıl, hangi kriterlerle? Günlük hayatta kurduğumuz “Kesin bu suçlu” cümlesinin aslında bir tahmin cümlesi olması gibi, hata yaptırma riski yüksek “yakınlık”lar… Hele ki bizi de tehdit eden bir “dış tehdit” varsa!
HAYATIN BİR SAATLİK PARÇASI
Basit gibi görünen bir çatışmanın gerçek yüzünü taa derinlerden çekip çıkarıyor “Çok Uzak Çok Yakın”. Daha doğrusu çıkarmanızı sağlıyor. Kurgulanmış akış içinde sorular ve seçimlerle bilginin doğurulması diyebiliriz buna. Önce duvarları görünür kılmak, sonra sert darbelerle yıkıvermek! Üstelik tüm bunları bizatihi izleyiciye yaptırmak. Bazen çok sahici gerilimleri iliklerine kadar hissettirerek, bazen de kahkaha attıran esprilerle.
Bazı karar anlarında izleyicilerin saflaşmaları, itirazları, oyuna dahil oluşları çok iyi planlanmış. Kimi zaman birkaç noktada birden süren oyunda, kimin oyuncu, kimin izleyici olduğunun iyice belirsizleştiği anlar da var. 4 oyuncu ve bir şoför kesin var; üstüne kaç kişiydiler izleyen karar versin! Oyunun sonundaki “bitmemişlik” hissi biraz da bu duygudan besleniyor. “Bitmemişlik” de değil aslında, zaten akıp gitmekte olan hayatın bir parçası bu oyun.
Bir saatliğine tanıklık ettiğimiz “ayrı bir gerçeklik” değil, aksine hayatın bir saatlik bir parçası. Muhtemelen biraz sonra bu kez İstanbul Kart kullanarak yeni bir otobüse biniyoruz. Hayat, yani oyun, kaldığı yerden devam ediyor. Hepimiz için. Mesafeleri yeniden düşünerek.
GERÇEK VE SAHİCİ BİR DENEYİM
“Çok Uzak Çok Yakın”ı yazıp yöneten Burcu Halaçoğlu, farklı tiyatro çalışmaları ve özel tasarlanmış işleri ile biliniyor. Aslında mekana özgü tiyatronun özgün örneklerini son yıllarda deneyimledik. Ancak Burcu Halaçoğlu bunu “farklılık”, “ilginçlik” olarak kullanmıyor, aksine mekanın kendisi oyunun omurgası. Bu omurgada “klasik tiyatro” yok, etkileşimli ve dinamik bir akış var. Mesele, mekanın ilginç olma hali ya da oyuna “bir şeyler” katması değil sadece, izleyici o mekanda yaşıyor, yaşadığını hissediyor. Hem fiziken, hem de hikâyenin parçası olarak oyunun içinde yerini alıyor. “Gerçek ve sahici” bir deneyim kesinlikle. Bir yandan dijital tiyatroyu tartışıp alışmaya çalışırken, diğer yandan bu denli “mesafesiz” bir tiyatroyu deneyimlemek bir izleyici olarak oldukça çarpıcı. Tiyatrocular için çok daha fazlası olmalı.
Adnan karakterinin oyunda söylediği “Bir şeyin olmasından çok korkuyorsan, olmaması için elinden geleni yapacaksın” sözü geliyor ister istemez akla. Korku olduğunu sanmam, ama epeydir “tiyatro öldü bitti” diyenlere, pandeminin ortasından kusursuz bir yanıt veriyor “Çok Uzak Çok Yakın”.
Hem de “dııt” sesi ile başlayan bir saatlik kısa sürede…