“Dionysos’un Çocukları” söyleşi dizimizin 2023-2024 sezonun finalini usta oyuncu, yönetmen, yazar Orhan Aydın ile yaptık…
Orhan Aydın için her şey ilkokulda başlamış aslında… Düşünün, ilkokulda, ki aynı zamanda sınıf öğretmeni olan babasının seçtiği Nâzım Hikmet imzalı şiirleri okuyormuş müsamerelerde. Hem de Nâzım Hikmet’in yasaklı olduğu yıllarda…
Babası muhalif bir öğretmen olduğu için, sözünü esirgemeden söyleyen biri olduğu için Orhan Aydın daha çocuk yaşında sürgünle tanışmış. Ailece o vilayetten diğerine taşınıp durmuşlar.
Ve bir gün Antalya, Aspendos Tiyatrosu’nda sergilenecek olan “Anatevka / Damdaki Kemancı” adlı oyuna bilet alıyor babası. Deniz Gökçer, Serpil Tamur, Hepşen Akar, Asuman Korad, Suna Akbel, Cihan Ünal, Handan Uran…kimler yok ki kadroda.Ve tabii, Cüneyt Gökçer….
Orhan Aydın, hayran kalıyor Sütçü Tevye rolündeki Cüneyt Gökçer’e. Babası ne yapıyor, onca kalabalığın arasında, nasıl başarıyor bilinmez. Oyun sonrası Orhan Aydın’ı elinden tutup, Cüneyt Gökçer’in yanına götürüyor.
Sonrası mı?
Sonrasını Orhan Aydın, o muhteşem sesiyle anlattı, biz not aldık usul usul… İşte Orhan Aydın ile yaptığımız, sadece kendisinin kişisel tarihine değil, aynı zamanda tarihsel, toplumsal, politik, felsefi veçheleriyle tiyatro tarihimize yaptığımız yolculuktan damıttıklarımız…
İlkokul yıllarında Nâzım Hikmet Şiirleri ile Başlayan Yolculuk…
Ben öğretmen bir ailenin çocuğuyum. Babam yetmiyormuş gibi öğretmenim de oldu. Daha ilkokulda, ulusal bayramlarda; o tarihler yaklaştığında babam bazı şiirleri yazar elime tutuştururdu. “Şimdi bunu ezberle bu bayramda bunu okuyacaksın’’ derdi. Dolayısıyla insanların karşısına çıkma, onlara bir şey yapma, yönetme meselesine çocuk yaşımdayken başladım. O şiirlerin ortaokul 2. sınıfa geldiğimde Nâzım’ın şiirleri olduğunu öğrendim. İçinde Sabahattin Ali’nin şiirleri de vardı. Babam eğitim emekçileri mücadelesinin de içinde olan bir insandı. Önce TÖS sonra TÖB-DER’de mücadele etti. Bu yüzden de hayatımın tamamı aşağı yukarı sürgünlerle geçti. Bende onun sayesinde, belki o sürgünlerin sayesinde, Anadolu’nun birçok yerini tanıdım. İlkokulu Antalya Manavgat Side’de bitirdim. Ortaokulun birinci sınıfını Serik’te okudum. İkinci sınıfıysa Ankara’da okumak zorunda kaldım.
Babamın müzik öğretmeni olması, okuldaki halk oyunlarını da yönetiyor olmasına vesileydi. Dolayısıyla evde bir sanat ortamı vardı. Yetmedi, hayata gözlerimi açtığım zaman Gorki’yi de, Tolstoy’u da, Dostoyevski’yi de, Yaşar Kemal’i de tanımış oldum. Çünkü kütüphane onlarla doluydu. Yetmedi, klasik müzikle tanıştım. Piyano vardı, akordeon vardı ama temel enstrüman mandolindi. Onunla çalmadığı yoktu babamın. Dolayısıyla müzikle ve edebiyatla iç içelik aileden geçen bir durumdu. Babamın “Bunu ezberle bu şiiri okuyacaksın” sözleri, bir deklarasyon gibiydi ama beni zenginleştirdiğini çok sonra anlayabildim. Yani Nâzım’ın ‘’Dört nala gelip Uzak Asya’dan /Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan / bu memleket bizim’’ mısralarını ben, ilkokul ikinci sınıfta babam sayesinde ezberlemiştim. Bu şiirin ne olduğunu, nasıl bir yurt sevgisini anlattığını ve nasıl okunursa doğru olacağını, bir davranış biçimi gerektirdiğini, ki bu izleyenler öğretmenlerin, arkadaşların da olsa onların önünde sahnede başka bir estetiğe bürünmenin yolunu yordamını öğreten babamdı. Adeta, bunun provasını yaptırıyor ve şekillendiriyordu evde.
Ortaokul birinci sınıfı bitirdiğim zaman Antalya Aspendos’ta, bence insanlık tarihinin bu coğrafyada yaşayan en büyük kültürel varlıklarından biri -ve iyi ki böyle bir tiyatrosu var bu coğrafyanın ve iyi ki yaşıyor- orada Cüneyt Gökçer’den “Damdaki Kemancı”yı (Anatevka) seyrettim, hiç unutmuyorum. Tiyatroya ilgim vardı zaten, çünkü ortaokul birinci sınıf itibarıyla okuldaki tiyatro kulübünün başkanlığını yapıyordum. O gün dopdoluydu Aspendos. Anatevka ilk izlediğim büyük prodüksiyondu. Daha evvel Antalya’da liselerarası tiyatro festivali yapılırdı, bu coğrafyada yoğun bir biçimde yapılırdı. Bu da köreltildi mesela. Son 20-25 yıllık zaman dilimi içerisinde bu ülkede liselerarası tiyatro festivalleri/şenlikleri bitti, bitirildi. O şenliklerde seyrettiğim birçok oyun vardı. Anatevka’yı izledikten sonra, babam ve kardeşimle birlikteydik gitmek istemedim, tanışmak istedim Cüneyt Bey ile. Babam ne yaptı ne etti kulise gitti ve Cüneyt Gökçer ile tanıştım.
Ankara Yenimahalle Halkevi….
Ankara’ya geldim sonrasında ve tiyatro tutkum daha da gelişmeye başladı. Yenimahalle’de oturuyorduk ve ben Yenimahalle Halkevi’ne gitmeye başladım. İçinde 100-150 kişilik sahnesi olan, atölyeleri olan, halk danslarının çalıştırıldığı, oyunların yapıldığı, edebiyat atölyelerinin olduğu bir yerdi. Orada sonradan yol arkadaşım olan, sahnedaş ve yoldaş olan, meslek hayatımın büyük bir çoğunluğunda da birlikte ürettiğimiz bir sürü arkadaşım ile tanıştım. Köksal Engür, Nuri Gökaşan ve Metin Coşkun. O dönem, sanat ortamının, özellikle tiyatronun, özel tiyatroların en yetkin ürünleri ürettiği zaman diliminde sahnede olan insanlardı. Onları da geçmişi Halkevleri idi.
Zaten iki tane kurum vardı eğitim veren; biri konservatuardı, Dışkapıda’ydı o. Onun da hikayesi hazindir ve beni çok gerer. Bunun üzerine vaktiyle Tiyatro… Tiyatro… Dergisi’ne geçmişte yazılar da yazmıştım. Orayı Mamak Belediyesi aldı ve düğün salonu yaptı biliyor musunuz? Böyle arsız böyle saygısız! Sanatı, o okuldan mezun olmuş onlarca insanı yok sayarak! Rüştü Asyalı’dan Kerim Afşar’a, o okuldan mezun olmuş insanların öğrenim hayatlarına kezzap atan bir durum. Bugün Türkiye Tiyatrosu’nda yaşayan ya da kaybettiğimiz usta yaratıcıların mezun olduğu okul, düğün salonu oldu.
İlk Oyun “Patron” ile Gelen Ödül…
Ben Ankara’da lise hayatıma devam etmeye başladım ama babamın hayatı yine sürgünlerle geçiyordu. Lise birinci sınıfta, Ankara Sanat Tiyatrosu’nun müdavimi bir seyirci oldum. Aynı zamanda, tiyatrodaki oyuncuların büyük bir çoğunluğuyla yol arkadaşlığı yapmaya başladım. Zaten bir kısmıyla, söylediğim gibi, Halkevleri sürecinde yol arkadaşı olmuştuk. Ankara Sanat Tiyatrosu’nun Rutkay Aziz gibi yetkin oyuncularıyla da tanıştım o dönem. Cezmi Baskın, Ali Erkazan, Yaman Okay zaten çocukluk arkadaşlarımdı.
Lise 2. sınıfta Yenimahalle’de Orhan Erçin’in öğrencilerinden Kutlay Çakar ile tanıştık. Orhan Erçin’in Maltepe Komedi Tiyatrosu diye bir tiyatrosu vardı. Vodviller oynardı, ama politik vodviller…Nihayet, Kutlay Çakar Tiyatrosu’nda “Patron” diye bir oyunla profesyonel oldum.
“Patron” ile ilk ödülümü de aldım. Sanat Sevenler Derneği adında dernek vardı, her sene ödülü Devlet Tiyatrosu’na verdikleri için bizim çevremizde Sanat Seviciler diye anılırdı. Hayatımda ilk kez profesyonel bir şey yapıyorum, onlar ödül verdiler bana. Gerçi başrolü oynuyorum oyunda ama yardımcı erkek ödülü verdiler. Benim ilk tiyatro ödülüm odur. Bizimkiler dalga geçmeye başladı, “Sanat sevicilerden Orhan’a ödül geldi” falan diye… O durumu eziklik gibi karşıladım ben, ‘neyi beğendiler?’ diye düşünüyorum. 1,5- 2 yıl sürdü oradaki hayatım. Ama ben Halkevleri’nden eğitim almayı bırakmadım. Konservatuvar’ın dillere destan bir hocası vardır, Nüzhet Şenbay. Ben onu tanıdım ve ders alma şansına eriştim.
Devrimci Ankara Sanat Tiyatrosu (DAST) ile Anadolu Turnesi…
Liseyi bitirdim, halen profesyonel oyuncuydum. Bazı teklifler gelmeye başladı. İlki, Ankara Sanat Tiyatrosu’ndan, politik nedenlerle sonradan ayrışan Erkan Yücel’in kurduğu Devrimci Ankara Sanat Tiyatrosu’ydu (DAST). Bu tiyatroyla babamın sayesinde, tanıdığım Anadolu’yu yeniden keşfetme şansını elde ettim.
Lise bitti, üniversite sınavına girdim. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ni kazandım. Ama oyunculuk yoktu benim zamanımda orada. Altan Erkekli benim dönemimdir meselâ. Sınıf arkadaşım Nurhan Karadağ, sonradan bölüm başkanı oldu aynı okulda. Metin And, Sevda Şener hocalarımızdı.
DAST ile turneye çıktık ve ben bir buçuk sene sonra geldim Ankara’ya. Hatta Erkan Yücel, ‘’Valiz almayın yanınıza, yolda düzersiniz.’’ anonsu yapmıştı turneye çıkarken. Bir otobüs ile çıktık, köy köy, ilçe ilçe, il il İç Anadolu’dan başlayarak bütün Anadolu’yu dolaştık. Anadolu’da toprak işgallerinin olduğu dönemdi. Bir tanesi Ege’de, bir diğeri Ege’de Söke’de, bir diğeri Pazarcık Maraş’ta, iki bölgede. İşçi eylemlerinin öğrenci eylemlerinin en yoğun olduğu zaman dilimiydi. 1968 baharından çıkmış bir ülkeden, dünyadan söz ediyoruz.
O yıllarda toplumsal muhalefet güçlü; herkes hak aramanın peşinde. Demokrasi, insan hakları, özgürlükler, sanat alanıyla iç içe. Üstelik, neredeyse sanat alanı önderlik ediyor bu sürece. Ankara’da Oyuncular Birliği, ondan önce kurulmuş Ankara Sanat Tiyatrosu, bu iki yer. İstanbul’da önce Gen-ar, sonra Dostlar Tiyatrosu, sonra Devekuşu Kabare’nin getirdiği soluk; politik bir tutum ve toplumsal eleştiri üzerine kurulu. Kapılar kırılıyor, müthiş kadrolar oynuyor oyunlarda. Bu durum, tiyatroya olan ilgiyi çok yoğunlaştırıyor.
Turneden Hapishaneye: Urfa Cezaevi’ne Artizler Gelmiş!
Turnelerin çok önemli olduğunu düşünüyorum.Traktör römorklarını sahne yaparak oynadığımız köy meydanları var. Her yerde jandarma baskısı gördük. “Toprak” diye bir oyun oynuyorduk, toprak işgallerini anlatan…Oyunu Erkan Yücel yazmıştı ama kollektif bir çalışmanın ürünüydü. “Halkın Gücü” diye başka bir oyun daha oynuyorduk, o da kollektif bir çalışmanın ürünüydü. Bu iki oyunla dolaşıyorduk Anadolu’yu. Biri işçilerin, öğrencilerin direnme zeminini, bağımsızlığı, eşitliği, özgürlüğü anlatan, diğeri de toprak işgallerinin mücadelesine sahip çıkan ajit-prop oyunlar bunlar… Üçüncü oyun “Ağalar Cehennemin Dibine”yi de turnede çıkardık. Pazarcık’ta oyunlar oynadık, üç gün gözaltına alındık. Üç gün gözaltı olunca, oyunlar iptal oldu. İptal olunca, 15 gün Pazarcık’ta kaldık. Orada insanlar bize evlerini açtılar. Cami avlularında, okul bahçelerinde bile oyunlar oynadık. Akşamüstü oynanıyordu oyunlar. Işık malzemelerimiz yanımızda ama işe yaramadığı yerler de vardı. Bir köyde trafoyu attırdık, traktör farlarında oynadık “Toprak”ı.
Halkla iç içe olmayı, onların hayatlarına dokunmayı, 12 yıllık bu halk tiyatrosu deneyiminde öğrendim ben. Sonra Ankara’ya döndük. Bu noktada, bir anımı paylaşmak isterim. Urfa turnesinde, “Halkın Gücü”nü oynuyoruz. En önde polisler oturuyor. Eskiden şöyle bir durum vardı: Bir yerde bir oyun oynayacaksanız, oyun metnini Valilik’e ve Emniyet’e veriyor, izin alıyor ondan sonra oynuyorsunuz. Ortaokul mezunu ya da ilkokul mezunu polisler oyunu okuyup onay veriyorlar. Çoğunlukla, o emniyet müdürü, o vali, hayatında oyun seyretmemiştir, tiyatro nedir bilmez. Bir masada oturuyorlar, makaralı teypler vardı bizim tiyatroda da kullandığımız, öyle bir teyp elinde kaydediyor oyunu. Bir yandan da teksti çeviriyor, takip ediyor. Salon tıklım tıklım.’’Bak bak!’’ dedi öndeki polis, oyun sırasında, ‘’Bak burada yazmıyor bunun söyledikleri. Zapta geç.’’ dedi. Duyuyoruz biz bunları, yerlere yatıyoruz. Bunun üzerine Erkan, tabii ki espiri üretiyor sahnede. Seyirciye adamları rezil ettik.
Ama oyundan sonra bizi tutukladılar! Aldılar götürdüler Urfa Cezaevi’ne attılar. Tutanağı şöyle tutmuşlar:“Oyunun finalinde, bildiğiniz orak çekiç gibi aksesuarlar var.” Toprak işgalini anlatıyoruz, orak çekiç göstermişiz sahnede. Ama “orak çekici çiz” diyor adam, soru işareti çiziyor orak yerine. ‘’Nasıl bir şeydi oğlum?’’ diyor, soru işareti çiziyor öbürü. Neyse, Urfa Cezaevi’ne girdik, saçlar kazındı. 12 tane erkeğiz, 4-5 tane de kadın arkadaşımız var, kadınlar koğuşunda. Onlarla haberleşebiliyoruz. Bu arada Urfa Cezaevi’nde bize herkes sahip çıktı, “artizler gelmiş” diye bir heyecan vardı cezaevinde… O dönemde İstanbul’da bir tiyatro eleştirmeni ve yazarı dostumuz var, Günay Akarsu. Günay’ın bize katkısı çok büyüktür, Türkiye Tiyatrosu’na katkıları da büyüktür. Süleyman Demirel Başbakan, demokrasi insan hakları ve sanat düşmanlığı aldı başını gidiyor, öyle bir zaman dilimi. Yazarlar tutuklanıyor, Aziz Nesin içeri atılıyor. Yazarlar Sendikası’nın kapatılması için dava açılıyor. Ülke karışık. Böyle bir zamanda, yüzünü hiç görmediğimiz, bir tek Erkan’ın tanıdığı bir arkadaşımız, Günay Akarsu bize destek çıktı, olayı haber yaptırdı, tüm Türkiye duydu ve Türkiye’deki sanat camiası bize sahip çıkmaya başladı. Orhan Kemal’in müthiş eseridir, benim için ütopyadır “72. Koğuş”. Bir buçuk ay kaldık içeride, bu zaman dilimi içerisinde “72. Koğuş”u çalıştık, ezberledik, Erkan Yücel oturup oyunu o zor koşullarda bulabildiğimiz kağıtlara yazdı ve ilk provayı cezaevinde yaptık! Çıkar çıkmaz da Ankara Gençlik Parkı’na gittik. Orada, o dazlak kafalarla “72. Koğuş”u oynamaya başladık. Benim ikinci ödülümdür o oyundaki Tavukçu rolü.
Ankara Birlik Tiyatrosu…
Sonra, tiyatroda tartışmalar çıktı. Öyleydi o dönem, politik tartışmalar çıkardı, ülkedeki hayat öyleydi çünkü. Bu yalnız bize özgü bir şey değil diğer tiyatrolarda da olurdu fraksiyon tartışmaları. O dönem, Erdoğan Akduman beni arıyor ama görüşemiyoruz. Sonra, Ankara Birlik Tiyatrosu’ndan Zeki Göker ile görüştük. Hayatı turnelerle geçen ve sürekli yasaklar yiyen arkadaştı Zeki. “Biz Halkız Yeniden Doğarız Ölümlerde” diye bir oyun oynuyor, oyun yasaklanmış bir yerde. İzmir’de fuara gidecek, bir ay fuarda oynayacak ve bir ay bir rolü benim oynamamı istiyor. Tekstini biliyorum, oyunu da seyrettim. Hemen döndüm Ankara’ya, bir haftalık prova ile rolü çıkardım ve kalktım İzmir’e gittim. Bir ay fuarda “Biz Halkız Yeniden Doğarız Ölümlerde”yi oynadım, sonra Ankara’ya döndüm.
Ankara Çağdaş Sahne…
Ardından, Yılmaz Onay ile çalıştık o dönem Çağdaş Sahne’de. Nâzım’ın bence en iyi metinlerinden biri olan “Yusuf ile Menofis”i, arkasından “Çimento”yu sahneye koyduk. Yılmaz Onay’ın çevirileri çok değerlidir, diyebilirim ki, bugün Türkiye Tiyatrosu’nda Berthold Brecht’ten bahsedebiliyorsak, epik tiyatroyu konuşabiliyorsak, O’nun sayesindedir. O dönem, Yılmaz Onay’ın katkısıyla, bilmediğimiz, henüz dilimize kazandırılmamış dünya tiyatrosundan metinler çevrildi. Meselâ, Çekoslavakya Tiyatrosu’yla tanışmamızı, Almanya, İngiltere alternatif tiyatrosu, Fransa, Latin Amerika’dan Şili, Arjantin Tiyatroları’nın metinlerinin çevirilerini O’na borçluyuz. Daha sonra okuma tiyatrosu gibi atölye çalışmaları yaptık bu metinler üzerinden.
Bir gün Çağdaş Sahne’nin kurucularından Aydın Gürpınar, bizi önemli bir yönetmen ile tanıştıracağını söyledi. Pardesülü, fötr şapkalı biri geldi. Bütün camiayı biliyoruz ama bu adamı hiçbirimiz tanımıyor. Adam masanın üzerine bir kitap attı ve “yeni oyunumuz bu arkadaşlar” dedi. Sonradan öğrendik adını bu gizemli adamın: Ali Taygun! Amerika’dan yeni gelmiş ve ilk oyunu bizimle. Masanın üzerine attığı Bilgi Yayınları’ndan çıkan “Kuvayi Milliye Destanı”. Biz onu ezbere biliyoruz! Şiirden oyun fikri ilginç geldi. Bazı arkadaşlar masadan kalktı, ben kaldım. Nasıl olacağını sorduğumda, “Ara metinler var” dedi. Üç gün sonra üç sayfalık bir ara metin getirdi. Bir fabrikanın avlusunda sarı ve kızıl olarak ayrılan işçiler birbirlerine şiir okuyorlar. Ara metinleri kimin yazdığını sorduğumda yanıtlamadı, “sürpriz olacak” dedi. Bir kaç gün sonra provaya Vasıf Öngören geldi! Ben kendisiyle orada tanıştım. Ara metinlerini Vasıf Abi yazdı ve biz o oyunu iki sene kapalı gişe oynadık!
Öncü Sahne…
Erdoğan Akduman’dan gelen telefon üzerine gittim ve aradım, ‘’Ben ayrıldım Çağdaş Sahne’den, Öncü Sahne diye sahne kurdum. Dursun Akçam- Kan Çiçekleri oyunu” dedi. Teksti okudum, olur dedim ve Öncü Sahne süreci başladı.
Çocuk Tiyatrosu Dönemi…
Devlet ve özel tiyatrolardan karma bir ekiple iki bankaya yıllarca çocuk oyunları yaptık. 1970’li yıllar. Ben, Köksal, Nuri, Metin, Ertan Savaşçı… O zamanlar bankaların şöyle bir durumu vardı. Bir defa ne oynayacağımıza asla kimse karışmıyordu. Ali Hürol’un kurduğu, aralarında benim de olduğum dört kişilik bir yönetim kurulu vardı. Her sene oynayacağımız metinleri kendimiz belirliyorduk. Doğa, çevre hakları, çocuk hakları üzerine işler oynadık. Ülker Köksal’ın, Samet Behrengi’nin oyunlarını oynadık. Bu oyunlar çocukları tiyatroya getirmeye ve tiyatroya alıştırmaya yol açıyordu. Ücretsiz seyirci geliyordu. Çocuk bahçesi gibi oluyordu tiyatro. Biz de şenleniyorduk. Ben o yaşlarımda, “galiba tiyatroyu biz yeniden öğreniyoruz” diye düşünüyordum zaman zaman…
Enis Fosforoğlu, Dormen Tiyatrosu…
Enis Fosforoğlu, Ankara’ya turneye gelmişti.”Turizm Patlaması diye bir oyun var, burada bir rehber var, oynar mısın? Suna Pekuysal, Suna Keskin de var. Ben Ziraat Bankası Çocuk Tiyatrosu İstanbul’u aldım” dedi. “Hadi gel, hem orada oynarsın hem de birlikte tiyatro yaparız” dedi. Enis ile öyle geldim İstanbul’a.
Dormen Tiyatrosu‘nda Cumartesi, Pazar günleri Enis Fosforoğlu, Volkan Saraçoğlu, Suna Keskin, Suna Pekuysal, Doğan Erkan, Ayten Ermen ile oyunlar oynuyoruz. Enis’in yaptığı tiyatroya saygım vardı ama gözüm hep politik tiyatrodaydı…
TRT’de Edebiyat Uyarlamaları
O dönem, bir yandan da sinema filmlerinde oynuyorum ve dublaj yapıyorum. İsmail Cem TRT Genel Müdürü, Mahmut Tali Öngören Ankara Televizyon Müdürü ve bütün edebiyat uyarlamaları yapılıyor televizyonda. Ben bütün o edebiyat uyarlamalarının içinde varım. Başrolünde varım, yan rollerinde varım, figürasyon olarak varım, yönetmen yardımcısı olarak varım. Nuri ve Köksal’la birlikte yaptığımız çocuk programı var. Dolayısıyla bir televizyon, kamera deneyimim var yoğun biçimiyle.
Metin Akpınar ve Zeki Alasya ile “Devekuşu” Yılları…
O günlerde, Çiçek Bar’da Metin Akpınar ile karşılaştık. “Gelmişsiniz İstanbul’a” dedi. “Geldim hocam” dedim. “Yarın uygunsanız Devekuşu’na gelin, azıcık muhabbet edelim” dedi. Tiyatroyu kapatmışlar, dizi yapıyorlar o zaman. Kalktım, gittim. Zeki Alasya ile beraber oturuyorlar. Önüme bir tane metin koydular, üzerinde “Hastane” yazıyor. “Bu bir dizi. Burada bir tane kadın doktoru var, bunu senin oynamanı istiyoruz.” dedi. “Tamam abi, teşekkür ederim” dedim. Kapıdan çıkıyordum. “Nereye gidiyorsun? Tarih, para pul konuşmayacak mıyız, sözleşme yapmayacak mıyız? Olmaz öyle, otur şöyle” dedi. Önüme bir sözleşme koydular, imzaladım, orada yazan paraya bakmadım bile. Öylece başladık çalışmaya. Enis’le yollarımı orada ayırdım. “Generallerin Beş Çayı”ndan tutun da zamanında Devekuşu’nda oynadıkları skeçleri alıp, TRT’ye yapıyorlardı. Önce iki tane işle başladık. İkinci hafta sonra Metin Ağabey, “Her bölümde, her skeçte başka başka karakterle var, hepsini birlikte yapalım.’” dedi. Birlikteliğimiz 12 sene sürdü.
Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu…
Ama ben artık oyun oynamak istiyordum. Bazı yerlerden teklifler geliyor, metni istiyorum, yeni tür metinler, içime sinmiyor…“Yıldızların Altında Müzikali”nde yer aldım o günlerde. 80 oyun kapalı gişe oynadık Lütfü Kırdar gibi bir yerde. Popüler bir kadrosu vardı. Rasim Öztekin, Candan Erçetin, Beyazıt Öztürk, Ragıp Savaş, Nurhan Damcıoğlu… Çok iyi olmasına rağmen istediğim seviyede bir estetiğe kavuşmadığı için beni tatmin etmeyen bir iştir.
Ferhan Şensoy aradı beni bir gün. “Benim bir metnim var, Ali Poyrazoğlu onu sahneye koyacak. Bir tane coğrafya öğretmeni var onu senin oynamanı söyledim” dedi. Ali Poyrazoğlu’na gittim. “Haberim var, beni Ferhan aradı” dedi. Ayşen Gruda ile orada birlikte çalışmaya başladık. “Bizim Sınıf”, Barış Dincel’in dekor ödülü aldığı bir iştir. Çok iyi iştir. Bir süre orada oynadım.
Gülriz Sururi – Engin Cezzar Tiyatrosu…
O günlerde Gülriz Sururi’den teklif geldi, Başar aracılığıyla. Kabul ettim, Yıldızların Altında Müzikali’nde birlikte çalıştığımız Mehmet Ergen’den başka bir müzikal… O dönem, Kadir Topbaş kuyusunu kazdı müzikalin. Ben “güvenmeyin onlara” demiştim. “Orhancığım nasıl üreteceğim başla türlü?” demişti. Haklıydı aslında… Yetmiş kişilik dev bir müzikal, altından kalkılacak gibi değil… Önce sponsor oldu güya belediye, yola çıkıldı. Gülriz Sururi elinde avucunda ne varsa harcadı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin salonlarını vereceklerdi, Darülbedayi’nin salonlarını, ilçe belediyelerinin salonlarını… Ama yarı yolda bıraktılar Gülriz Hanım’ı. 20-25 oyun oynadık. Belediyeyle sorunlar yaşandı ve devamı gelmedi.
Yeni Tiyatro….
Nuri Gökaşan ile Metin Coşkun, Ankara’da Yeni Tiyatro adında, ilk oyunu Nesrin Kazankaya’nın yönettiği “Ada” olan bir tiyatro kurdular. Sonra Metin Coşkun İstanbul’a geldi. “Tiyatroyu sürdüreceğim. Gel beraber çalışalım kardeş” dedi. “Olur, niye olmasın” dedim. Metin ile bizim politik geçmişimiz ortaktır ve 52 yıllık arkadaşımdır. Metin’in müthiş bir kalem gücü vardır, oyun araştırma gücü vardır. “Artık biz özüme dönelim kardeşim. Şu ütopyamız olan şeye dönelim. Yirmi, yirmi beş yaşlarındayken düşlediğimiz Nâzım’ın “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim”i bir oyun haline getirebiliriz. “ dedim. Şakir koydu sahneye. Üç buçuk yıl kapalı gişe oynadık. Avrupa turnesi de yaptık.
Oyun Atölyesi…
2013 yılıydı… Bir gün Haluk Bilginer’den bir telefon aldım. Tiyatronun karıştığını biliyodum biraz. Bir grup ayrılmış tiyatrodan ama Haluk Bilginer “Testosteron” oyununu devam ettirmek istiyor. Beni davet etti, kabul ettim. Polonyalı yazar Andrzej Saramonowicz‘e ait, yedi sarhoş erkeğin diyaloglarını konu alan oyunu Celal Kadri Kınoğlu yönetti. Ruhi Sarı, Emre Altuğ, Gürkan Uygun, Bülent Şakrak, Gökçer Genç ve Gökhan Yıkılkan oynuyordu. Ben de Stavros karakterini canlandırdım. 6.5 yıl oynadık ve büyük ilgi gördü oyun.
Nâzım Oyuncuları…
2000’de Metin Coşkun ile Nâzım Oyuncuları’nı kurduk. Müzikli-okumalı işler çok yaygınlaştı o dönem çünkü hem politik duruşuyla hem de estetik boyutuyla önemli ve güzel işlerdi. Orhan Veli’den “Cep Delik Cepken Delik”, Sabahattin Ali’den “Tabutumun Altı Çatlak”, Can Yücel’den “Aşk Olsun”, Aragon’dan Neruda’ya Nâzım’dan Ataol Behramoğlu’na uzanan “Barış Barış Barış” ve “Kuvayi Milliye Destanı”nı yaptık ve tüm Anadolu’yu bu müzikli gösterilerle gezdik.
Nâzım Hikmet Okuma Tiyatrosu…
Ben üniversite yıllarımdan beri, 1 Mayıs mitingleri dahil bütün büyük mitinglerde, demokratik kitle örgütlerinin, eğitim emekçilerinin, DİSK’İn, KESK’in, diğer siyasal anlamda ortaklamış mitinglerde gönüllü olarak sunuculuk yaptım, şiirler okudum. Sonra bunu bir okuma tiyatrosu tekniğine dönüştürdüm.
O dönem Yılmaz Onay, Yücel Erten. Işıl Kasapoğlu, Tamer Levent, Nâzım Hikmet Tiyatrosu üzerine bir oturum yapmışlardı. Devlet Tiyatrosu başta olmak üzere, pek çok yönetmen Nâzım’ın tiyatro yazarlığına burun kıvırıyordu. Kimileri Nâzım’ın sadece şair olduğunu, kimileri romantik, kimileri kadın düşmanı vb. Olduğunu iddia ediyordu. Hayır, Nâzım Hikmet önce komünisttir ve güçlü bir kalemi olan, çok iyi dramatik çatı kuran, metin matematiğine hakim bir tiyatro yazarıdır.
2001’den itibaren, Yılmaz Onay ve Metin Coşkun ile birlikte, Nâzım Hikmet Okuma Tiyatrosu serisi başlattık. 26 yıl boyunca, Ferhan Şensoy’un da katkısıyla, Ses Tiyatrosu’nda Nâzım’ın ölüm yıldönümlerinde kaleme aldığı tüm tiyatro metinlerini okuma tiyatrosu olarak sahneye taşıdık. Köksal Engür, Ali Poyrazoğlu, Rasim Öztekin ve daha pek çok ismin de aralarında olduğu çok geniş bir kadro vardı bu süreçte.
Geçtiğimiz 15 Ocak’ta da, Levent Üzümcü, Ayşegül Almak ve Metin Coşkun ile “Yolcu” oyununa röpriz yaptım. Bunun değerli bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Keşke bütün Haldun Taner metinleri de böyle okunabilse. Seyirci kadar tiyatrocuların kendilerini zenginleştirmelerini sağlar okuma tiyatrosu.
Okuma tiyatroları devam ederken, Gülsen Tuncer, Nuri Gökaşan, Metin Coşkun, Levent Ülgen ve Ayşegül Alpak ile birlikte şiirli, şarkılı etkinlikler yapmaya başladık. 2017’de Nâzım Hikmet’in “Kuvayi Milliye Destanı” ve seferberlik türkülerini barındıran “Nazım Hikmet – Onlar ki” adlı müzikli oyunlar sahneledik.
2019’da Harun Güzeloğlu’nun yönettiği, Sait Faik’ten “Hişt Hişt” oyununu yaptım ve Avrupa dahil 80 oyun oynadık. Geçen sene Levent Üzümcü ile birlikte Uğur Mumcu’yu anlattığımız “Unutma Bizi” oyununu sahnelemeye başladık. Ayrıca, Tülay Günal ile birlikte, “Nâzım’a Caz Şarkıları” adında müzikli bir gösteri yapıyoruz.
Son olarak, Ahmet Adnan Saygun ile hazırladığımız “Denize Dönmek İstiyorum” adlı bir projeyi Haziran ayında hayata geçirmeyi planlıyoruz. Avrupa’ya açılmak planlıyoruz bu projeyle ve 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde Berlin’de olacağız.
Bu oyunları yaparken arada ekran ve sinema faaliyetlerim de devam etti hep.. Hayatım boyunca pek çok ödül aldım ama benim için en kıymetlilerinden ve beni onurlandıranlarından biri 26. Uluslararası Tiyatro Festivali’nde aldığım Onur ödülüdür.
Orhan Aydın, tiyatro hayatını, anılarını anlatırken, yeri geldikçe tiyatroya, sanata, hayata dair düşüncelerini de paylaştı bizimle. O’nun hayattaki duruşunu, tavrını ve sanatsal kimliğini yansıtan düşüncelerini de derledik sizin için…
Dünden Bugüne Değişen Kültürel İklim…
Ben Ankara’dayken Remzi Kitabevi vardı o zamanlar. Sık sık giderdik. Bir sürü edebiyat terimiyle orada tanıştım ben. Şairlerle, yazarlarla, edebiyatçılarla da orada tanıştım. Ahmed Arif, Enver Gökçe, Hasan Hüseyin Korkmaz, Ahmet Telli, Uğur Mumcu, Mustafa Ekmekçi, Yaşar Kemal bu isimlerden bazılarıdır.
Sanatın akıl zenginliği yaratan değiştirici bir gücü olduğunu, yalnız eğlendirmek üzerine bu mesleğin yapılamayacağını, bunun sabun köpüğü bir şey olmadığını vurgulamak gerek. Kitap, her dilde kitap! Her kültürün ürünü olan kitap. İçindeki bilgiyi ne denli faydalı, yararlı bir hale dönüştürme yetisine sahipseniz eğer, önce sizi zenginleştirir, sonra da karşınızdakini zenginleştirir. Bence bu sanat insanın da sahip olması gereken bir temel öğreti. Bir heykele dokunmak, bir senfoninin notaları içinde gezinmek, bir filmin platosunun içinden geçiyormuş gibi bakmak, bir karikatürle iç içe olmak, bir resmin boyalarıyla hempaye olmak, anlattığı şeyle yüzleşmek, bir dansın anlattığı şeyin ne olduğunu kavramak, galiba bu öğretilere sahip olmaktan geçiyor.
Yalnızca oyun metinlerini okuyarak kendinizi bir miktar zenginleştirebilirsiniz mesleki anlamda, ama dünyanın her yerindeki kültürel zenginlikten, bu büyük büyük okyanustan beslenmenin bir yolunu bulmalı insanlar. Bu da maalesef her şeyin tüketime endeksli olduğu çağımızda ve popüler kültürün ve sanatın etiketlenip, paketleyip, satıldığı ve paraya tabii edildiği bir zaman diliminde sanat öğrencilerine öğretilmeyen bir durum maalesef. Yetmiş yaşındayım. Kitaplarımla övünüyorum, babamdan kalan on bin kitapla kendimi zengin hissediyorum. Evimin bir katı olduğu gibi kütüphane ve bu benim en büyük zenginliğim diye düşünüyorum. Müzikte de bu böyle. Kötü olmayan bir plak koleksiyonum var. Eski basımlar var, tıpkı basımlar var, yenileri var, müthiş senfonik çalışmalar var.
Kitapla, müzikle, baleyle, operayla, heykelle ilişki kurmanın bir zenginlik olduğunu ve hem tiyatrocunun kendisini zenginleştireceğini, aklını yeşerteceğini hem de yaptığı meslekte buluştuğu insanlara da bu zenginliği taşıması gerektiğini düşünüyorum. Tiyatronun temel görevlerinden birinin akıl zenginliği yaratmak olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, o dönemin benim için çok büyük bir öğretici dönem olduğunu, okuduğumuz kitapları, öyküleri tartıştığımız zaman dilimidir. Benim kuşağın oyuncularının tamamı, Sait Faik vurgunudur. Ben de bir Sait Faik vurgunuyum. Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt… Bu isimler derin izler bırakmıştır bizde.
O günlerden bugünlere kültürel iklim çok değişti…
Ben İstanbul’a geldiğim zamanlarda, İstiklal Caddesi kitapçılardan geçilmiyordu. Tiyatro da öyle. 14 tane tiyatro, 22 tane sinema salonu vardı.. Şimdi bunların yerinde çaput satanlar, mağazalar var. Haliyle kültürel yozlaşmanın da nereye gittiğini ve sistemin de bunu istediğini görüyoruz. Sistem de bunu dayatıyor yani insanın okumaktan, bilgi edinmekten uzaklaştırıp tüketime yöneltiyor. Bilim ve sanat düşmanlığının temeli bunun üzerine kuruldu.
Bakın, dünyada iki tane ülke biri İngiltere biri Fransa, bizim meslek alanımızda en fazla şenlikli iki kenttir. Paris’te her gece 467, Londra’da 484 tiyatro, perde açar. herhangi bir tiyatronun bir buçuk, iki ay öncesinden biletini bulamazsınız. Bununla yaşıyor çünkü bu uygarlıklar. Birileri vodvil oynuyor, birileri Shakespeare oynuyor, biri çağdaş oyunlar oynuyor, öbürü politik oyunlar oynuyor. Almanya aynı durumda. Berthold Friedrich Brecht tiyatrosunu reddetmelerine rağmen, kusmalarına rağmen, düşman ilan etmelerine rağmen, kapalı gişe oynuyor yıllardır. Dünyayı dolaşıyorlar yetmiyormuş gibi. Aynı şey Rusya içinde geçerli. Bence bir mafyatik yapı olan Putin hükumetine rağmen halen Moskova Sanat Tiyatrosu ayakta, Moskova Balesi yani Rus Balesi ayakta, senfonisi ayakta.
Bizde ise, 100 yaşını devirmiş Cumhuriyetin, iki tane kurumu var. Biri Darülbedayi 110 yaşında, diğeri Devlet Tiyatroları. İkisinin de yaratıcısı, ışıklar saçanı anılıyor; tiyatro deyince aklımıza Muhsin Ertuğrul geliyor. Ancak, Muhsin Ertuğrul’un bile kim olduğunu bilmeyen oyuncular yetişiyor bu memlekette artık. Dolayısıyla bu öğretilere sahip olmadan bu mesleğin yapılmaması gerektiğini düşünüyorum. Zaten yapamıyorlar.
Aydınlanma Süreci Sonrası Sanat…
Aydınlanma süreci sonrası, yoğun biçimde bir çoraklaşma dönemi yaşanıyor. Bu sürecin sadece bizim ülkemize özgü yanları var. Ama Avrupa merkezli olarak sanat ve tiyatro alanında yaşanan sorunlar da var. Kapitalizm, sanat alanında, özellikle tiyatroda, beğeni çıtasını, estetik çıtasını kendisi oluşturuyor, içlerinden bazı ürünleri seçip alıyor, paketleyip sunuma çıkarıyor. Artık büyük şirketlerin sanat alanına yatırım yaptığını görüyoruz. Avrupa’da büyük müzikallerin ortaya çıkışının temel kaynağı da budur. Dipte, gerçeği arayan ve başka bir estetik kavrayışın peşinden koşan, dünyada yaşanan altüst oluşları şu ya da bu biçimde sahneye taşıyarak tartışmaya açmak isteyen, depremden sele, çocuk tacizinden kadına şiddete varana kadar sanat emekçilerinin mutlaka eğilmesi gereken alanlarda bir sanat anlayışına karşı, görselliği ve biçimi öne çıkartan büyük prodüksiyonlarla, şovlarla insanları kendine çeken içeriği boşaltılmış işler yaygınlaştırılıyor. İngiltere’de, Fransa’da, giderek Almanya’da yaygınlaşan bu yapıda, şirketler büyük prodüksiyonlar ve bunları parlatmak için yerleştirdikleri bir kaç star üzerinden sanatı ticarileştiriyor. Bu artık benim ülkemde de yapılıyor.
Bunun sanat için öldürücü bir darbe olduğu açık. Dipten gelen, kendini kanıtlamak isteyen, gerçeğin peşinde arayış içinde olan yapılar için bu öldürücü bir darbedir. Öte yandan, mesela, Devlet Tiyatroları’nın yüreğinin sökülüp alınması, bizim 40-50 sene evvel oynadığımız metinlerin içlerinin boşaltılıp estetik düzeyi düşük, oyunculukları, rejileri tartışmaya açık oyunların sahnelenmesi tiyatro ile tiyatro seyircisi arasında duvar örüyor. Tiyatro izleyicisi eğitimlidir; okuyan, şiirden, müzikten, resimden, heykelden anlayan insanlardır. Bu yüzden tiyatro seyircisi değerlidir, seçicidir ve iyi bir metin, iyi bir reji, iyi oyunculuklar olmazsa oyunu izlemez. Bu süreç aslında dünyadada yaşanan kirlenmenin bir parçası. Kapitalizm önce insanı kirletir ve kirli insanın yapamayacağı hiçbir şey yoktur. Sanatın para ettiğini kavrayan kapitalizmin yarattığı bir kirliliktir bu.
Ayrıca, sistemin ürettiği gericilik, sanatı devşirmeye ve kendine yontmaya çalışıyor son zamanlarda ancak bunu beceremedi. Kendi sermayelerini yarattılar, kendi binalarını, okullarını, hastanelerini yarattılar ama kendi sanatçılarını yaratamadılar. Sinemada, tiyatroda sanatçıları devşirmeyi başaramayınca düşmanlığa soyundular ve sanatçıları ayrıştırmaya, ötekileştirmeye ve yok etmeye çalıştılar. Baskılarla, sansürle, otosansürle ve tüm güçleriyle sanata ve sanatçılara saldırdılar.
Buradan çıkış elbette var. Çünkü tiyatro, insalık tarihin en eski ve en saygın yaratı alanıdır. İnsan var olduğunda ortaya çıkan ilk sanattır tiyatro. Zamanla değişen, estetik olan gelişen bir sanat tiyatro. Bizde köy seyirlik oyunları, gölge oyunları var meselâ. Aynı zengin miras dünyanın her yerinde, bütün toplumlarında var. Dünyanın en eski ve kadim sanatının önünde durmak, binlerce yıllık insanlık birikiminin karşısında durmak imkânsızdır. Elbette tiyatro insan var oldukça var olacaktır. Tiyatro tarihi boyunca, bugün olduğu gibi muktedirlerin saldırılarına maruz kalmıştır. Ancak gerçeğin peşinde koşan, aydınlanma ateşinin asla sönmemesi gerektiğini bilen, hayatla ve toplumla sanatını harmanlayan tiyatrocular her zaman bu saldırıları, baskıları aşmayı ve tiyatroyu yaşatmayı başarmışlardır.
Öte yandan, son zamanlarda sistemin ürettiği popüler kültürün etkisiyle içerik konusunda ciddi bir sıkıntı yaşanıyor ve gerçeklikten uzaklaşılıyor tiyatroda. Dediğin gibi, akıldan, bilimsellikten, evrensellikten uzaklaşmanın bir getirisi bu. Sadece tiyatroda değil, edebiyatta, resimde, müzikte de benzer bir kuraklık yaşanıyor. Ama dipten gelen bir dalga da var ve aslolan bu dalganın gerçekçi bir kulvarda yürümesi. Daha da net söyleyeyim, yoksuldan, işçiden, emekçiden, ülkenin temel sorunlarından, yani yaşamın gerçekliğinden yana büyüyen bir dalga bu kuraklığı yok edecek.
Sanatçılar Girişimi…
Sanatçılar Girişimi, Bedri Baykam’ın evinde yaptığımız bir toplantıyla 2012 yılında yola çıktı. Sanat düşmanı politikalara karşı sesimizi yükseltmemiz gerekliği üzerinden bir araya gelen Rutkay Aziz, Genco Erkal, Bedri Baykam, Ataol Behramoğlu, Ferhan Şensoy, Tarık Akan, Levent Kırca, Yıldız Kenter, Edip Akbayram, Gülriz Sururi, Engin Cezzar ve benim de aralarında olduğumuz pek çok sanatçı, Ses Tiyatrosu’nda ilk deklarasyonumuzu açıkladık: “Tepkimizi Türkiye ve dünya kamuoyuna duyurmayı görev sayıyoruz. Sanatçılar Girişimi, emeğin, demokrasinin, adaletin, çağdaşlığın, haksızlığa ve baskıya karşı direnişin yanında, toplumsal muhalefetin en ön saflarında yer almayı, sanatçılık onurunun, sanatçı vicdanının onurlu görevi ve gereği saymaktadır.” Sanatçılar Girişimi halen ayakta duruyor ve o günden beri ben, Ataol Behramoğlu ve Bedri Baykam girişimin temsilciğiliğini yürütüyoruz.
Sanat düşmanlığı akıl fukaralarının, cahilin, cehaletin işidir. Bunu siyasi partilerden ağımsız olarak söylüyorum. Sanata düşmanlık eden, yasak, sansür uygulayan, otosansüre zorlayan hangi partiden olursa olsun karşısındayız. Bugün bu ülkede hâlâ tiyatro yasası yok, sanatçı ve sanat emekçilerinin tanımları yok. Anayasa devletin sanatı ve sanatçıyı koruyacağını söylüyor. Ama sanatçı kime denir, belli değil. 100 yaşına gelmiş bir devletin bundan utanması gerekir. Hâlâ sanatsal etkinlikler yasaklanıyor, sanatçılar baskı altında tutuluyorsa bu devlet utanmalıdır. Çocuk, doğa, kadın, hayvan düşmanı ve aynı zamanda sanat düşmanı olan tüm anlayışlara karşı sesimizi yükseltiyoruz.
Ankara Yenimahalle Halkevi’nde tiyatroya ilk adım atış. Derken Ankara Halk Tiyatrosu, Çağdaş Sahne, Öncü Sahne, Ankara Birlik Tiyatrosu, Ali Hürol Tiyatrosu, Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu, Gülriz Sururi Engin Cezzar Tiyatrosu, Yeni Tiyatro, Nâzım Oyuncuları ile geçen yıllar…
Gözaltılar, tutuklanmalar, karakolda alınan ifadeler, turneler, provalar, film setleri, seslendirme stüdyoları, paneller, yürüyüşler, tehditler, sorgular, hayatını bedel olarak sunduğu tiyatro ile geçen bütün o zamanlar.
Dünyada söylenecek sözleri vardı çünkü. Sahnede, mikrofonda, beyaz perdede, bir göçüğün başında, iliğinde kemiğinde duyduğu acılar vardı, haykırdığı.
Söz ne zaman 2023 depremine gelse, gözleri doldu Orhan Aydın’ın…Gözyaşlarını o enkazın başında içine, ama en çok da yüreğine akıtan o güzel insan, sahnede insanlığın ağıdını haykırmaya devam ediyordu. Yüreği büyük acılarla sınanmış bir aktördü o… “Çocuklarınızın sizden önce ölmesine izin vermeyin… Ne olur vermeyin… Ne olur…” cümlelerini fısıldarken, bakışlarında tarifsiz bir acı ve hüzün vardı…
Tiyatro insanın varoluşsal acısını yansıtır, insanlık durumunu ortaya çıkarır. Tiyatro aracılığıyla konuşan onun yaratıcıları değildir; daha çok, o çağın toplumudur. Orhan Aydın, toplumun, insanlığın sesi oldu ilkokul yıllarında Nâzım’ın şiirini okuduğun günden bu yana…
Hayatın, düzenin yarattığı savcılara karşı kendini, erdemle, dirençle yargılamıştı her seferinde. İşte o adam, Kurşun Adres Sormaz’ın Hakim i, Ayşem’in Ali Dayısı, Nâzım’ın sesi, Hastahane’nin Doktor İskender’i, Barınak’ın Sinan babası, Zincirbozan’ın Deniz Baykal’ı, Testosteron’un Stavros’u, geçmişinden onlarca biyografi taşıyan Orhan Aydın’dı.
Belki de, sanatın birincil sorunu estetiksizleşme, sermayenin kıskacından kurtulamama, teknoloji dünyasına kayıtsız şartsız teslim olma ya da yaratıcılığını yitirerek kendisini güncel üretim-tüketim mekanizması dahilinde tekrarlama vb. değildir; asıl sorun, kendisine de yönelen despotik iktidar biçimleri ile karşılaştığında nutkunun tutulması ve sözünün tükenmesidir. Orhan Aydın, ömrünü sanatın sözünü özgürce söylemeye, tiyatronun direnişçi sesini yükseltmeye adamış bir aktör olarak tiyatro tarihimizde istisnai bir yere sahip.
Platon, “Sanatsal yaratıcılığın, bilgiye gereksinim duymadan, bilgiden azade bir biçimde geliştirilebileceğine dair kanı, aslında yaratıcılığın kendisine en büyük ihanettir. Sanatçı bir anlamda felsefenin eyleyicisidir ve bu yüzden salt hazla ve hedonizm ile bağlantılı sanatsal yaratım eksik ve yanıltıcıdır. Ancak bilgiye dayanan ve mükemmelliği esas alan, iyi ile bir bütün olmayı amaçlayan sanat, insanlığa ışık tutabilir.” derken kuşkusuz Orhan Aydın ve O’nun gibi sanatçıları kutsamaktadır…
Orhan Aydın ile tarihe tanıklık etmek, çağın sanatına, tiyatrosuna, hayata dair deneyimlerini dinlemek, o deneyimlerden damıttığı fikirlerinin ışığında aydınlanmak çok güzeldi…
Çünkü O safkan bir aktör… Olağanüstü bir virtüoz… Halklardan çağdaş ağıtlar, baladlar yakalamış, seslerine sesini katmış, isyanlarını isyanıyla yaşamış, bin yıllardan damıtılan acılara, repliklere gövde olmuş, isyanlara ruh üflemiş, umudun simgesi bir aktör…
Nitekim, söyleşimizin sonunda, buğulu bir pencere camına ne yazacağını sorduğumuzda, yanıtıyla içimizdeki ölü düşleri diriltiyor Orhan Aydın:
“Umut yazarım, umut hep var!”