Hayatın alaca karanlığına gerilmiş, beyaz perdede, diyelim ki, elli yıl kadar önce, bir hayal kadın olarak tanımıştık Adile Naşit’i. Saadet Hanım. Hafize Ana. Adoş. ‘Hisseli Kumpanya’nın Adalet’i. “Neşe-i muhabbet”imiz, vazgeçilmezimizdi O. Mutlu muydu, gerçekten mutlu olabilmiş miydi, yanıtı zamana ve sanatın koynuna terk edilmiş bir soru bu. Belki hiç sormamam gereken bir soru.
Soğuk bir geceydi. Vakit sabaha yakın.Yağmur başlamıştı.Tarih 11 Aralık 1987. İki gün önce geçirdiği ameliyatın ardından derin koma durumu devam ediyordu. Pek umut yoktu, neredeyse son saatlere, hatta dakikalara girilmişti.
Aslında 1983’ün ilk aylarından itibaren sağlığı giderek bozulmaya başlamış, tahliller, operasyonlar, ilaç tedavileri kesintisiz devam etmişti. Her şeye rağmen sahnedeydi ama. Kalabildiği, direnebildiği sürece hep sahnedeydi. Ağrılarına, halsizliğine boş vererek. Şarkı söylüyor, dans ediyor, rolünün hakkını veriyordu. Nükhet Duru, Emel Sayın, Sezen Aksu, Erol Evginli tüm o müzikal gösteriler. Şan Tiyatrosu yılları.
Zor zamanlardan çıkıp gelmişti. Yokluklar, acılar, turneler, köhne han odalarının o nem yürümüş duvarları arasında ezberlenen replikler, bitmeyen borçlar, sıkıntılar.
Ve 16 Haziran 1966. Tam da doğum gününde oğlunu yitirmişti Adile Naşit. Acıların en koyusunu sunmuştu kader. Bu öyle bir armağandı ki, onca şöhrete, alkışlara, başarıya karşın hep buruk, hep yalnız kalacak; göz pınarlarında hiç dinmeyen yaşlarla, çevresine mutlulukla, kahkahalar yaşatacaktı. Oyuncak bebeklere sığınmıştı. Geceleri, eğer hava soğuksa kalkıp onların üstlerini örterdi bir bir ,üşümesinler, diye. Her çocuk onun kuzucuğuydu. Sarıp sarmaladığı, şefkatle okşadığı, ten kokusunu içine çektiği her çocuk, tüm o oyuncak bebekler evladından, Ahmet’inden bir esintiydi kuşkusuz. O tarifi olanaksız hasretin kavurduğu yüreğine düşen bir damla can suyuydu.
Babası, Komik-i şehir Naşit Efendi’nin ölümü ardından, ekonomik sıkıntılar nedeniyle bir süre konfeksiyon atölyesinde çalıştı Adile Naşit. İşte tam da o günlerde, Muhsin Ertuğrul ile tanıştı ve Ferih Egemen’in sahneye koyduğu bir çocuk oyunuyla sahneye çıktı. Küçük, önemsiz roller verildi hep. Kısa boyu, topluca bedeni, çarpık bacaklarıyla başrol oynayamayacağı kesindi zaten. (Genç yaşında hep kayınvalide, büyükhanım rolleri düştü payına.) Derken, Muammer Karaca Operet Topluluğu. “Katibin Karısı”, ”Fuar Yıldızı”, ”Hangisi” adlı oyun/operetlerle bir anda gündeme geldi adı. Oyun gücüyle fiziksel anlamdaki dezavantajlarının üstesinden gelmişti işte. 1947’de ilk filmini çekti. Yine ufacık bir rol.
Dede Kemani Yorgo Efendi, anne Kantocu Amelya Hanım ve baba bir dönemin en büyüğü Naşit Efendi, ağabey Selim Naşit. İşte böyle bir aileden geliyordu. Kalıtımsal diyeceğim olağanüstü sahne hakimiyeti ve dramatik gücüyle yaşar kıldığı karakterlerde başarıdan başarıya koşuyor, bir olmazı daha olur kılarak, 1976 yılında Antalya Film Festivali’nde Türkan, Hülya, Filiz, Fatma, Belgin değil, bir yardımcı karakter oyuncusu, Adile Naşit İşte Hayat filmdeki kompozisyonuyla yılın en iyi kadın oyuncusu ödülüne değer bulunuyordu. Haber kendisine iletildiğinde, inanmamış, şaka yapıldığını düşünüp gülmüştü. Ta ki televizyonda haber bülteninde ismini duyuncaya kadar.
Son durağı olmayan bir yolun, sanatın yolcusuydu O. ‘Bizim Aile’, ‘Mavi Boncuk’, ‘Delisin’, ‘Oh Olsun’, ‘Hababam Sınıfı’, ‘Beyoğlu Güzeli’, ‘Aile Şerefi’ filmleriyle bir anda herkesin sevgilisi oluverdi. Küçük bir kızın gevrek, neşe dolu kahkahalarıyla girmişti hayatlarımıza bir kez. Hülya Koçyiğit, Müjde Ar, Tarık Akan’ın annesi, Itır Esen, Şener Şen’in kayınvalidesi. Münir Özkul’un eşiydi. Nasıl unuturum, Nükhet Duru ile aynı kostüm içinde Hello Dollyşarkısını söyledikleri o müzikali. Gerçek turşunun limonla mı yoksa sirkeyle mi yapılacağı tartışması sonucu çocuklarını alıp evi terk eden, inatçı mı inatçı Saadet Hanım’ı, Tosun Paşa‘daki hamam sahnesini.
Biraz gerilere dönelim, 60’ların hemen başında eşi Ziya Keskiner, ağabeyi Selim Naşit ile Naşit Tiyatrosu’nu kurdular. “Ahududu” oyunuyla perdesini açan tiyatro sadece iki ay ayakta kalabildi ve bir yığın borçla kapandı. Adile Naşit bu defa yıllarca beraber çalışacağı Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan Tiyatrosu’nda buldu kendini. Oyunlar alkışlar, turneler, çoktan kendi seyircisini yaratmış, dahası; Naşit’in kızı olarak babasından aldığı mirası yüz akıyla taşımasını bilmişti. Radyoda yıllarca devam edecek Uğurlugil Ailesi’nde evin torunu Elif rolünde bizlere güzel dakikalar yaşattı. (Kendi adıma, Uğurlugiller‘i gerçek bir aile sanırdım. Nurcihan Kalfa’ya, Nebahat Hanıma hayrandım.)
Evet, sinemada bir anda yıldızlaşıyor, o setten diğerine koşuyor ve film çalışmaları nedeniyle oyunlarda rol almadığı halde, her ay kendisine ödenen maaştan rahatsız olup Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan Tiyatrosu’ndan ayrılmaya karar veriyordu. Bu arada eşinin rahatsızlığı, kendisine konulan diyabet tanısı.
1979 yılında Yedi Kocalı Hürmüz‘de yaşar kıldığı Kılavuz Safinaz ile kusursuz oyunculuğunu bir kez daha kanıtladı. Artık müzikaller, müzikal gösteriler, filmler ve TRT Televizyonu vardı önünde. Uykudan Önce Programı vardı. Masalcı teyzeydi. TRT’nin o siyah beyaz, karlı ekranda Uykudan Önce’yi sunan Adile Teyze. Hepimize isimleriyle ayrı ayrı seslenen, öğütler veren. Ama hırpaladık O’nu. “Çocukların ruh sağlığı ile oynuyor” dedik. Öneri getirmeden, sadece kınadık. Ve program bir anda kaldırıldı. Yetim kaldık.
Adile Naşit perhize pek aldırmıyordu. Dedim ya, şeker hastasıydı. Kendini yoruyor, o setten, o sahneye koşuyordu. Sanki bir tür vazgeçiş haliydi bu. Eşini toprağa verdikten saatler sonra sahneye çıktı. Alışkındı. Kuraldı bu. Sahne bağışlamazdı. Perde kapanmazdı. Naşit Efendi kızının da, oğlunun da tiyatroyla ilgilenmelerini pek istememişti sağlığında. Ama Adile ille tiyatro yapacaksa konservatuvardan mezun olmalıydı, bunu arzu etmişti hep. Naşit Efendi’nin ani ölümüyle her şey, anlattığım gibi, bambaşka bir mecrada akıp geçti. Şimdilerde torun Naşit Özcan ile yaşıyor Naşit adı sahnede.
O aileye ne çok ödenemez gönül borcumuz var ne çok!